Vâlâ Nurettin: Bu Dünyadan Nâzım Geçti

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta ile Vâlâ Nurettin'in Bu Dünyadan Nâzım Geçti kitabıyla devam ediyor

27 Mayıs 2021 - 17:46

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta ile Vâlâ Nurettin (Vâ-Nû) devam ediyor

VÂLÂ NURETTİN (1901- 9 Mart 1967)

Bilinen kısa adı Vâ-Nû olan Ahmed Vâlâ Nureddin 1901 yılında doğdu. 1917 yılında Galatasaray Lisesi’nde ortaöğretimini tamamladıktan sonra İtibar-ı Millî Bankası’nın kendisine ayırmış olduğu bursla bankacılık eğitimi için Viyana Ticaret Akademisi’ne yazıldı. Geçim sıkıntısı nedeniyle ülkeye döndükten sonra aynı bankaya bu kez memur olarak girdi.

1921 yılının başında Yeni Dünya isimli vapurla Berlin’e doğru yola çıktı. Yanında Nazım Hikmet de bulunan yazar, İnebolu’ya vardığında "Spartakistler" olarak anılan ve Almanya’dan gelen Türk sosyalist aktivistlerle karşılaştı. Dönemin müsteşarı tarafından kendisine Fransızca öğretmenliği teklif edilen Vâlâ Nurettin, Bolu’ya gönderildi. Batum’da Nazım Hikmet ile birlikte Türkiye Komünist Partisi’ne girdi.

AkşamCumhuriyetHavadisÜlkeVakitHaberKöroğluTercümanResimli AyAkbabaMeydan ve Yenigün  gazete ve dergilerinde yazdı. Edebiyata şiirle başlayan Vâlâ Nurettin, Celal Sahir’in çıkardığı, kendisinin de kurucu ve ortaklarından olduğu Kitap dergisinde şiirlerini yayımladı. Hikâye ve polisiye roman yazan Vâ-Nû Gorki, Tolstoy, Dostoyevski gibi birçok yazarın eserlerini ve Fransız edebiyatının klasiklerini Türkçeye çevirdi.

Nazım Hikmet'le çocukluk arkadaşı olan yazar, şairle ilgili anılarını "Bu Dünyadan Nâzım Geçti" (1965) adıyla yayımladı. 9 Mart 1967’de İstanbul’da hayatını kaybetti. 

Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından okurla buluşturulan Bu Dünyadan Nâzım Geçti" kitabından kısa bölümler yayımlıyoruz.

BU DÜNYADAN NÂZIM GEÇTİ

Yaradılışta insanlar mavi gözlü yahut güzel sesli, yahut şiire istidatlı olabildikleri gibi, sanırım, gericilik, ilericilik eğilimleri de tıpkı öyle bünyeden gelen bir özelliktir. Modern bilimin bize öğrettiği ile elbette zıt gitmemeli; elbette geleneksel telkinlerin, sosyal menşelerin, sınıfların, çevrelerin zihniyetlerdeki rolünü başlıca eleman diye kabulde diretmeli. Fakat acaba gericilikle hafıza gücünün bir iç bağı yok mu? Uzun yıllarımız beraber geçen iki Türk şairinin kıyaslanmasında dikkatime çarptığına göre, hafızanın gericilikte, ilericilikte büyük rolü vardır.

Hayatı tren yolculuğu farz ediniz. Kompartımanda birçok insan oturuyor Kiminin sırtı lokomotife dönük. Geçilmiş yerleri seyreder dururlar. Bunlar, doğuştan gericilerdir. Hep eski zamanla uğraşırlar. Bunlar, doğuştan gericilerdir. Hep eski zamanla uğraşırlar. Mesela şair Yahya Kemal’i örnek gösterebilirim. Hatta bana bir gün demişti ki:

Ömrümüz hatıralardan ibarettir. Ömrü ileriye doğru uzatmak pek elimizde olmadığına göre, kendimizi geçmişe verip uzun yaşamalıyız. Benim tarihle uğraşmam işte asıl bu sebepledir.

Tren yolcularından kiminin yüzü ise, lokomotife dönüktür. Böyleleri ilericidirler. Hele pencerenin yanında oturup başını yaslayan adam, yalnız ve yalnız ileriyi görebilir. Nâzım’ı da ruh yapısı bakımından bu sonuncu tip hayat yolcularından saymakta isabet vardır. Gözleri varılacak yönde bir şeyler umduğu, beklediği ve hayalinde kavuşma sahneleri yaşadığı için, pencereden geriye doğru kayan ve kaymış bulunan manzaraları şaşılacak şekilde umursamıyor; hemen unutuyordu.

Hafızası zayıf olup eski günlerle uğraşmadığı için, çocukluk hayatına dair hemen hiç hatırası yoktu.

(…)

Nâzım, şiir yazma sırasında, anormal hareketler yapmazdı. Pratik hayatın gerektirdiği küçük muhaverelerle, çevredeki gürültülerle, mekanik müzikle tedirgin olmazdı. Yabancı gözlerin baktığını sezince, olağandışı bir arkadaşın varlığından çekinmediği zaman, kendi kendine konuşur gibi çalışırdı. Elleriyle, kollarıyla şiirinin seslerini orkestra şefi gibi ayarlardı. Ritimlerini araştırır, bulurdu.

(Syf 19-22)

Nâzım’ın ilk şiiri, Mehmet Nâzım imzasıyla yayınlanıp Hececiler çevresinde büyük ilgiyle karşılanmıştı. Meğer Nâzım, aşağıda okuyacağınız bu ilk şiiri 14 yaşındayken yazmış. Bir tarafa atmış. Neden sonra annesi bulup Yahya Kemal’e göstermiş. Yahya Kemal de yayınlatmış.

“SERVİLİKLER”

Bir inilti duydum serviliklerde

Dedim: Burada da ağlayan var mı?

Yoksa tek başına bu kuytu yerde,

Eski bir sevgiyi anan rüzgâr mı?

Gözlere inerken siyah örtüler,

Umardım ki artık ölenler güler,

Yoksa hayatında sevmiş ölüler,

Hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?

(Syf 44-45)

Saçları alev alevdi ve kabarıktı. Fakat asıl dikkati çeken karıklık favorileriydi. Nâzım, İstanbul sokaklarında- hoş dünyanın başka taraflarında da- az rastlanan delikanlı tiplerdendi. PO devirlerde Türklerin bıyık tıraş etmeleri, hele dudak hizasına kadar favori bırakmaları görülmüş şeylerden değildi. Nâzım, fesini cebine koyduğu zaman 19. yüzyıldan arta kalma bir Avusturya arşidükünü, hiç değilse bir hassa alayı hüssarını andırıyordu. Halbuki Kadıköy’ün herhangi bir evinde yaşayan herhangi bir delikanlıdan farklı olmaması gerekirdi. Galatasaray’ın ilk sınıflarında okuduğumuz sıralarda ona tombalaklığından ötürü “Patates” lakabını takmışlardı. Şimdi ise yuvarlak hatlarla hiç ilgisi yok. Filiz gibi uzamış. 1,80’leri hayli geçmiş. Kılık kıyafetine bakmıyor, kızlar ona bakıyorlar… Ayakları hafifçe içeri basıyor ama bu onda kusur değil özellik… Grupla yürürken ya da iki kişi yürürken mutlaka yarım adım ileride gidecek. Ve yarım döner, yolunu keser gibi, insanın yüzüne bakarak konuşur.İlle inandırmak için insanın lafını keserek, heyecanla bağıra çağıra, yumruklarını sallayarak anlatır, anlatır. Soğukkanlılık hak getire… Aklına geleni söyler. Ancak kıymetli bulduğu insanlar içinde sevdiklerine saygı gösterir.

(Syf 56)

Bir delikanlının “ kız arkadaşım” diye; bir kızın da “erkek arkadaşım” diye ahbaplık ilişkisi kurabildiği şimdiki çağın çok gerisindeydik. Ama dolaşıp geldiğimiz memleketlerin usullerini, kendimiz de fark etmeksizin, buraya getirmiştik. Anlayış ve seviyemize uygun karma gruplar kuruyorduk. Kırda, denizde, güneş batımında mehtapta dolaşıyorduk. Evlerde toplanıyorduk. Hayli de gürültü çıkarıyormuşuz ki, Kalamış’ta bahçeler ortasında, kışın camları ve panjurları kapalı uyuyan komşularımızı tedirgin etmişiz. Yıllar sonra utanarak öğrendim.

Bir gece sabaha karşı. Moda Burnu’nda kızlı erkekli arkadaşlar otlara uzanmıştık. Çene çalıyorduk. Nâzım’ın hiç sesi çıkmıyordu. Bir ara omzuma dokundu. O andaki ilhamı, şu mısralarıydı:

“ Delikanlım:

İyi bak yıldızlara

onları belki bir daha göremezsin.

Belki bir daha

yıldızların ışığında

kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin.

Delikanlım:

Senin kafanın içi yıldızlı karanlıklar

Kadar

güzel, korkunç, kudretli ve iyidir.

Yıldızlar ve senin kafan

kâinatın en mükemmel şeyidir.”

O geceki şekil, “kâinatın mükemmel iki şeyidir” iken sonra Nâzım, yıldızlarla insan kafasını felsefi bir birleşim haline sokmuş, mısradaki “iki” yi atmış.

(Syf 458)

Nâzım, bana ve karım Müzehher’e hapishaneden mektuplar yazmıştır. Bunlar, Bursa Cezavi’ndeki maddi ve manevi hayatını anlatmaya yarayacakları için, bazı cümlelerini belge diye alıyorum:

“… Bilemediğim gibi konuşmak ihtiyacındayım. Mesela bugün, merak edip hesap etim, topu topu 22 cümle konuşmuşum. O da, “Yemek hazır mı?- Bu ilacı mı içeceğim?- Teşekkür ederim” filan gibi şeyler. Biliyor musun, ne yapıyorum? Masrafa kıydım. Portakal reçeli yapacağım. İki portakalım vardı. Kabuklarını dilim dilim kestim. İçleri çürükmüş yiyemedim. Kabuklarını dilim dilim ve büyük bir dikkatle kestikten sonra yine aynı itinayla ipe dizdim. Karşıma duvara hevenge astım. Duruyorlar. Siz gelene kadar reçel de hazır olur. Ve inşallah size ikram ederim. Saat gecenin ikisi. Memom kafeste uykuda. Ben kafeste uykusuzum. Belki bir masal daha tercüme ederim. Şimdi bu saat siz mışıl mışıl uyumuşsunuzdur. Güzel rüyalar. Rüya görmeye pek meraklıyım. Aksi gibi de gayet az görürüm, insanın her istediğini rüyada görebilmesi için bir çare biliyorsan bana yaz. Bak buna pek muhtacım”

(…)

Kederden boğuluyorum bazen. Bir tarafım boğuluyor, ama boğuluyor. Bunu, bu yalnızlık duygusunu, bu sıkıntıyı, bu kahrolası kederi yenmem lazım.

‘KEDER

Olamadığım yerlerde olabilmenin hasreti midir

bende bu keder?

bu güneşli kış günlerinde :

mesela, İstanbul’umda köprünün üzerinde,

mesela, Adana’da arasında ırgatların,

mesela Yunan dağlarında, mesela Çin’de,

mesela, beni artık sevmeyenin

başucunda.

Yoksa, bir oyunu mu bu

karaciğerin?

Yoksa, bir rüya mı düşürdü bu hale beni,

yoksa, yalnızlık yine çullandı da üstüme,

yoksa, elliye dayadık da merdiveni

ondan mı?

Bende bu keder,

bende bu kederin ikinci faslı

ayaklarının ucuna basıp

geldiği gibi gider:

yeter ki bitireyim bu yazıyı,

yahut uykum biraz düzelsin,

yeter ki, bir mektup gelsin,

yahut radyoda bir haber…

 (Syf 478-479)


ARŞİV