V.S NAIPAUL (17 Ağustos 1932-11 Ağustos 2018)
Sir Vidiadhar Surajprasad Naipaul 1932’de Trinidad’da doğdu. Modern dünyanın karmaşıklığını ustalıkla işleyen eserleriyle tanınan Naipaul, Hintli bir ailenin çocuğudur. 1929'da Trinidad Guardian'a hikâyeler yazmaya başladı ve 1932'de Chaguanas muhabiri olarak kadroya katıldı. Britanya İmparatorluğu sömürgeciliğini irdeleyen romanlarıyla tanınan yazar, 1950’de burslu olarak İngiltere’ye gitti. Oxford Üniversitesi’nde geçirdiği dört yılın ardından yazmaya başladı ve o günden sonra başka bir işle uğraşmadı.
Naipaul’un 1957’de yayımlanan ilk romanı The Mystic Masseur (Mistik Masör), Trinidad'daki Hint diasporasının yaşamını mizahi bir şekilde ele aldı ve ses getirdi. Bu kitabını Miguel Sokağı, Gerillalar, Nehrin Dönemeci, Taklitçiler, Yarım Hayat, Büyülü Tohumlar gibi romanları ve belgesel kitapları izledi. J.M. Coetzee’nin “modern İngiliz edebiyatının ustası” diye tanımladığı Naipaul, John Llewellyn Rhys, Somerset Maugham, Hawthornden, W.H Smith Edebiyat, Booker, Kudüs ve İngiliz edebiyatındaki yaşam boyu başarısından dolayı David Cohen ödüllerinin yanı sıra 2001 Nobel Edebiyat Ödülü’nü de kazandı.
Naipaul’un Alfa Edebiyat tarafından yayımlanan Taklitçiler romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
TAKLİTÇİLER
Kasvetli bir başlangıç. Başka türlü olamazdı zaten. Bunlar, siyasi yaşamım süresince akşamları köşeme çekilip yazdıklarımdan ibaret anılarım değil. Otobiyografik bir çalışmadan öte, dönemimizin hastalıklarının, ancak iktidara yakın olmakla edinilebilecek kişisel tecrübelerle ifşa edilmesi. Ama bu, sadece bana hitap eden bir kitap da değil. Evet, doğru; sükûnetle yazıyorum ama elimde olsa, seçeceğim sükûnet bu olmazdı. Çünkü hayatımın akşamına çok uzağım daha, henüz kırk yaşındayım ve artık siyasi bir kariyerim yok.
Adama ve siyasi hayatıma dönmenin imkânsız olduğunu biliyorum. Sömürgelerde olaylar çok hızlı gelişir, liderler çok hızlı devrilir. Ben de çoktan unutuldum. Ayağımı kaydırıp yerime geçenlerin de aynı akıbete uğramak üzere olduklarını biliyorum. Meslek hayatım kesinlikle “alışılmadık” nitelemesini hak etmiyor. Şablonlara son derece uygun. Bir sömürge politikacısının meslek hayatı kısadır ve vahşetle sona erer. Bizde düzen yoktur. Her şeyden öte, güç yoktur ve biz bu iktidar eksikliğini anlamayız. Kelimeleri çarpıtır ve güç kazanmak için kullanırız ama blöfümüz görülür görülmez de kaybederiz. Bizim için politika, yap ya da öl demektir. İlk ve son kez taarruz demektir. Kendimizi bu işe adadık mı, siyasi çatışmalarla yetinmez, çoğu zaman gerçek anlamıyla hayatımızı ortaya koyarak savaşırız. Değişken ve kaypak toplumlarımız da bize destek olmaz. Savaşın sıcağından sonra bizi içine alacak, tazeleyecek, yeniden canlandıracak üniversiteler ve şehir meclisleri yoktur. Kaybedenler için –ki sonunda hemen herkes kaybeder– sadece bir tek yol vardır; kaçmak. Daha büyük bir düzensizliğe, son boşluğa; Londra’ya kaçmak.
Pek çoğumuz, ortak duvarlı küçük banliyö evlerimizde, gözden uzakta, mütevazı hayatlar sürdürürüz. Cumartesi sabahları alışveriş için Sainsbury'e gider, kalabalığın arasına sıkışırız. Komşularımızın futbol-bilardo hayallerinin ötesinde bir görkemin varlığından haberdarızdır, yine de mahkûm edildiğimiz alt-orta sınıf çevrelerde, göçmen yaftasıyla yaşarız. Pasifik toplumunun kendine özgü gaddarlıkları vardır. Unvanları elinden alınmış birinden beklenen, ölmesi ya da kaçması değil, seviyesini bulmasıdır.
(…)
Hikâyelerimiz, bir gazetenin ekonomi sayfasındaki küçük bir paragrafta, az tanınan bir İsviçre bankasının batışıyla ilgili bir haberde gizli. Ama bundan da fazla bir şey çıkarmamak gerek. Çünkü çoğumuz servet edinemeyecek kadar çekingen ya da cahildik: Fırsat ve ihtiyaçlarımızı, eski yokluk hayallerimize göre değerlendirmiştik.
(Syf 11-14)
Stres dönemlerinde, farkında olmadan içine gömüldüğümüz bazı özel durumlar vardır. Bütünlüğümüzün ve bilincimizin sürekliliğine rağmen, ne ölçüde bozulduğumuzu ancak tekrar yukarı tırmanma sürecinde görebiliriz. Londra'ya, bu büyük şehre düzen, olgunlaşma ve ancak böyle mucizevi bir ışığı olan bir şehirde mümkün olabilecek bir ufuk genişlemesi umarak gelmiş, imkânsız görünen bir işlemi hızlandırmaya çalışmıştım. Bu, daha önce de defalarca denediğim ve başkalarının gözünde nasıl değerlendirileceğini merak ettiğim bir şeydi. Ama artık ne olduğumu bilmiyordum; hırs önce karmaşaya dönüşmüş, sonra yok olmuştu; ben de kendimi Isabella Adasındaki hayatımın, bir zamanlar bir gemi enkazı gibi terk ettiğim kesinliklerini özler buluverdim.
(Syf 38)
Siyasetçiler gerçekten de hiç yoktan bir şeyler yaratan insanlardır. Sunabilecekleri pek az somut yetenekleri vardır. Mühendis, sanatçı ya da üretici değillerdir. Onlar yönlendiricidir, kendilerini yönlendirici olarak sunarlar. Pek fazla yetenekleri olmadığından da, neyin peşine düşeceklerini nadiren bilirler. İktidar peşinde koştuklarını söyleyebilirler. Ama onlarin iktidar tanımları da bulanık ve güvenilmezdir. İktidar, koltukları ince beyaz keten kaplı, şoförlü bir limuzin midir? Kapıların önünde bekleyen özel şube görevlileri mi, yoksa becerikli ve sadık hizmetkârlar mı? Ama bunlar sadece iptiladır, birinci sınıf bir otelde, her an satın alınabilecek şeylerdir. İktidar, zorbalık etmek, göz korkutmak, intikam almak mıdır yoksa? Ama bu da, iktidarın en kısa türüdür, geldiği gibi çabucak gidiverir ve gerçek siyasetçi doğası gereği, bu oyunu bütün hayatı boyunca oynamak isteyen biridir. Siyasetçi bu amaç yalnız kendi ilerlemesiyle sınırlı olsa bile, bir amaç sahibinden öte biridir. Biraz incinmişlik, biraz tamamlanmamışlık yönlendirir onu. Kendisine bile bir mühendisinki kadar somut gelmeyen bir yeteneği değerlendirme arayışındadır; uygulamaya geçinceye kadar bu yeteneğin gerçek değerinin farkına varmaz. Ne sık görmüşüzdür; yıllarca süren mücadele ve yönlendirme sonucu hayal ettikleri konuma yaklaşan, bazen gerçekten de oraya ulaşabilenler, sonra başarısız olurlar. Acınmayı hak etmezler çünkü iktidar heveslileri için bu insanlar kusursuz kişilerdir, başarıyı ve tatmini başka yerlerde aramış, başka yerlerde ulaşmışlardır. Churchill'i politik başarısızlıktan kurtarmak için bir dünya savaşı gerekmiştir. Oysa gerçek politikacı, yetenek ve kusursuzluğu yalnızca başarıda bulur. Yetenekleri ona aniden gelir. Başka zaman kötü, dengesiz ve güçsüz olan o, artık cömertliğin, uzlaşmacılığın ve ılımlılığın kuşku götürmez niteliklerini sergilemektedir. Bir politikacıyı yalnızca güç tanımlar, beklenmedik bir başarısızlığı ya da başarıyı hayretle karşılamak gerçek bir hünerdir.
Ama gerçek politikacıyı daha çok çürürken görürüz. İfade edilemeyen hünerler, keşfedilmemiş yetenekler içinde ekşir ve iyi bir amaç uğruna bilge, cömert ve savaşçı biri olmaya başlamış politikacı, güçsüz ve kararsız biri olur çıkar. İlkelerini bir yana atar, her yenilgide biraz daha umutsuzluğa kapılır, zamanlama güdüsünü kaybeder, fazla erken ya da fazla geç değişir, hatta itibar duygusunu bile yitirir. İçkiye, iyi yiyeceklere, kabaca veya aşırı nezaketle kadınlara yönelir, bir soytarıya dönüşür, kendine bile aşağılık gelir; yalnızca gecenin geç saatlerinde, onun gerçek yüzünü bilen ve bu yüzden sadakatini koruyan karısından başka seyircinin kalmadığı anlarda bu duygudan kurtulur. Ama her şeye rağmen asla pes etmez. İşte lideriniz. İşte gerçek politikacınız, yetenekleri bulanık bir adam. Ona iktidar sunun. Bu onu yeniden canlandıracak, eski haline döndürecektir.
(Syf 53-54)
Bir söz vardır; yukarı çıkarken rastladığınız kimselere iyi davranın, çünkü aşağı inerken onlarla yine karşılaşacaksınız. Önemsiz gelebilir ama çok emin ve şık bir söz.
(Syf 58)
Adalete fazla inanan biri değilim ama insana ilişkin her tür olayda ahlaki bir denge olduğunu, zamanla bizi ele geçiren, gerçeği biraz da olsa bastırmamıza, biraz da olsa yozlaşmamıza yol açan talihsizliklerin başlangıcını görebileceğimizi düşünüyorum.
(Syf 73)
İnsanları da, parayı yönettiğim gibi, içgüdülerimle yönetiyordum. Birini işe almak gerektiğinde tavsiye ve referansları bir yana itiyor, ırksal özelliklerinin beni etkilemesine izin vermiyordum. Birini sürveyan (yapı işlerinde işçileri denetleyen kimse), katip ya da işçi olarak işe almam için ilk bakışta ondan hoşlanmam şarttı ve kimseye ikinci bir şans vermiyordum. Sizi bir kere hayal kırıklığına uğratan biri, bunu tekrar yapacaktır; bu özellikle, uzun bir süre tatmin edici bir hizmette bulunduktan sonra ihmali görülenler için doğrudur. Böyle birinin ihmali, görevine ve işverenine karşı sergilediği olumlu yaklaşımın tümüyle değiştiği anlamına gelir; bu bir ilişkinin başarısızlığıdır ve iki tarafı da suçlamak yararsızdır.
(Syf 84-85)
Hiçbir vücuda, kendimizinkine gösterdiğimiz şiddeti uygulamayız; kendi vücudumuza, yaralarını hiç durmadan tırnaklayıp açan bir kedinin sapkınlığını yansıtırız. İsraf olduğunu görüyordum ama hislerim “bırak olsun” diyordu.
(Syf 103)
Yine de zaman geçiyor, ömürlerimiz geçiyor. Kendimizi önümüzde uzanan hayatın çekiminden alıkoyamıyoruz. Her şey var doğamızda; ilerleme, geri çekilme. Çürümenin içinde başlayan, zamanı gelince silkeleyip atabileceğimi düşündüğüm o ilişkiler, beni hapseder hale geldi. Ben onları aramadım, onlar benim üzerime yapıştı. Ama benim başarısızlığım sessizliğimden kaynaklanıyordu.
(Syf 191)
İktidarın nimetlerine görünürde hiç sebep yokken ulaşmış insanlar, bunları kaybetmekten korkar. Kendilerini güvensiz hissederler çünkü kendilerine benzer çok kişi görürler.
(…)
Yok etmek cesaret ister, çünkü hayatta kalabilme becerisinin güvenini gerektirir.
(Syf 277)
Bizi ne kadar korkutursa korkutsun, drama, dünyayı algılama kabiliyetimizi keskinleştirir, bize kendimize ilişkin duygular kazandırır, bizi oyuncu yapar, bize bir amaç verir; bazen günlük yaşantımızı anlamlandırır ve zaman zaman da canlandırır. Sıkıcı bir manzarayı değiştirir. Böylece kaos ortamı -pek çoklarının keşfettiği gibi-insan gelişimine düşman gibi görünse de kaos ortamı, pek çoklarının keşfettiği gibi, insanın kişiliğini daha çok değiştirir ve büyütür.
(Syf 311)