Vüs'at O. Bener: Siyah- Beyaz

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Vüs'at O. Bener ile devam ediyor.

14 Nisan 2023 - 08:03

VÜS'AT O. BENER (10 Mayıs 1922- 1 Haziran 2005)

Vüs’at Orhan Bener 1922’de Samsun’da doğdu. Felsefeci Cemil Sena Ongun’un yeğeni, kendisi gibi edebiyatçı olan Erhan Bener ve Bilge (Bener) Bölükbaşı’nın ağabeyi, Yiğit Bener’in de amcasıdır. Babasının öğretmenlik ve idarecilik görevleri dolayısıyla ilk ve orta öğrenimlerini farklı yerlerdeki okullarda sürdürdü. Kıbrıs’taki İngiliz Koleji’nde başladığı öğrenimine Bursa ve Sivas’ta devam etti; daha sonra ise Bursa Işıklar Askeri Lisesi'ni (1939) ve Kara Harp Okulu'nu (1941) bitirdi. Okul sonrası Dikili’de başladığı askerî memuriyet hayatından Kıdemli Yüzbaşı rütbesindeyken 1953 yılında istifa ederek ayrıldı. Bu yıllar içinde Bener, takipsizlikle sonuçlanacak siyasi bir dava yüzünden tutuklandı (1950). Askerlik mesleğinden ayrıldıktan sonra öğrenimine bıraktığı yerden tekrar başladı Ankara Hukuk Fakültesi'nden 1957’de mezun oldu. Öğrenciliği sırasında İstatistik Enstitüsü’nde çalışmaya başlayan Bener, sonrasında Ulus gazetesinde düzeltmenlik, Ticaret Bakanlığı'nda raportörlük, Karayolları Genel Müdürlüğü'nde hukuk müşavirliği yaptı ve 1978 yılında emekli oldu.

Edebiyata ilgisi daha çocukluk yaşlarında aile ortamında başlayan Bener’in yazarlıkta asıl bağlı bulunduğu tür öykü olmakla beraber bunun dışında roman, oyun, şiir türlerinde de eserler verdi. 1950 yılında New York Herald Tribune ile İstanbul gazetesinin ortaklaşa düzenledikleri Dünya Öykü Yarışma’sında “Dost” öyküsüyle üçüncülük ödülü kazanması Bener’in öykücülüğe başlamasında önemli bir adım oldu. “Sarhoşlar” adlı öyküsünün Salim Şengil’in Seçilmiş Hikâyeler’inde yayımlanmasından sonra ilk öyküleri Varlık, Yeditepe sayfalarında da görünmeye başladı. Bazı öyküleri yabancı dillere de çevrilen Bener’in çalışmaları çeşitli ödüllere layık görüldü.

1 Haziran 2005 tarihinde hayata veda eden yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Siyah- Beyaz isimli öykü kitabından Siyah – Beyaz ve Bisiklet öykülerini paylaşıyoruz.

SİYAH-BEYAZ

Turgut Uyar’ın anısına

Yürüyen kaldırımda duruyorum. Renk körlüğü mü başladı, okumuş muydum, uyduruyor muyum, köpekler siyah-beyaz görürmüş güya nesneleri, köpekleştim mi yoksa? Kuşkuya düştüğümü şimdi düşünüyorum. Her şey siyah-beyaz: Kıpkırmızı olması gereken –neden?– bakara gülleri, yemyeşil olması gereken –niçin?– çimenler, bordo olması gereken –niye?– spor arabasından mutlu çift gülücüklerini sergileyen reklam panoları... Bilinmeze götürüldüklerinden habersiz görünen soyunuk, ne erkek, ne dişi insanlar da duruyor, sırtları birbirlerine dönük, nereye baktıkları belli değil. Gökyüzü kapkara. Sağanak yağmur öncesi. Ben giyiniğim, ama titriyorum. Daha yürüyen yollara sıra gelmedi anlaşılan. Çift katlı otobüslerden biri önümde yavaşladı. Pencereleri tozlu. Durdu galiba. O mu, kaldırım mı? Hep aynı hizadayız. Düz mantık gereği ne o, ne kaldırım öyleyse. Arka sıralardan bir pencerenin camı açık. Bu ‘ben’ miyim? Biri kürek kemiklerimin arasına sokulu anahtarı çevirmeye başladı, sol kolum –belki de sağ– kırık kırık kalkıyor. ‘Ben’ de beni görmüş olmalı, başını çıkardı pencereden– dev balyozlar pamuk yığınlarına dalıp çıkıyor, çıt yok, dudaklarının kıpırdanışını izliyorum ‘ben’in, “buluşalım” demeye mi getiriyor? Sanırım. Ama nasıl, nerede, kaç yüzyıl sonra? İçimdeki gramofon –His Master’s Voice– habire baştan çalıyor cızırtılı plağı: Saçmalama. Benimle mi ilgili bu uyarı? Sinirlenmemeliyim, oysa unutmuş olmalıyım öfkeyi. ‘Ben’ konuşmayı sürdürüyor gibi. Sözcüklerin tek tek karşılıklarını bilmenin anlamsızlığını, birleştirildiklerinde bile anlam kazanmayabileceklerini anlamaktan uzağım. Zorla belleğini, anımsa kendini! Sabredin, buluşabilirsiniz. Hiç de inandırıcı değil artık, umut yok. Belki bir an duraklarsa itici güç, o andan yararlanabilirsek, yineleyebiliriz kesintiye uğrayan zamanı. Zaman kesintiye uğramaz, yinelenmez.

O çok bilmişin duyamadığım sesi bilgisayar ekranına yansımaya başladı. Birden duyumsadım, okuyabildiğim, anlayabildiğim şaşkınlığı, gülünç savı yansımış olmalı gözlerime. Tansiyon ilacımı damlatmış mıydım? Çoğunluk savsaklıyorum da... Sorular, sözde yanıtlar sıralanıyordu ekranda; sormadığım halde. Geç kaldın. Yoksadığın zaman seninle oynar, sen onunla oynamayı başaramazsan. Yenik düştüm öyleyse. Yenik düşmeyi yeğlersen, yenilirsin. Bilinç sana özgü. İlk vuran kazanır. Kazanmak aklımdan geçmedi. Yanıt aramadın. Arayamadım, fırsat bulamadım, doğrulardan nefret ettim. Yanlışları mı irdeledin sadece. Belki. Peki nedir sence yanlış? Güçlü olduğu varsayılan zaman kavramından korkmak. Onun için mi üstüne yürüdün? Bilerek diyemem, genlerimin işi. Beni neden suçluyorsun öyleyse? Yalnız seni mi? Suçlanabilecek her şeyi, özellikle siyah-beyazı; suçlamak sorgulamayı getirir ardından. Tersi de düşünülebilir bence. Aferin! O da olabilir. Aklanmayı beklemezsen.

Boşaldı ekran. Düz bir çizgi akıp gidiyordu. Durmuş olmalıydı yüreğim. Son bir çırpınışla ağzımı açtım, bağıramadım:

BEKLEMEDİM. YENİLMEKTEN KORKMADIĞIMI SANDIM. YENİLDİM.

Hâlâ yağmur yağacak.

BİSİKLET

Bıttım ağaçlarının hışırtısı başlayacak birazdan, serpintisi sonra yağmurun, serin ıslaklığı okşar yüzümüzü, kesiliverir birden, uykuya geçerdik toprak damlarda...

Tek tük kamu yapıları dışında, çarçabuk kuruyan cip-cazla örülmüş kondular toplamıydı kırk yıl öncesinin Siirt’i. Geldiğim ilk günler, güç bela bir oda kiralamıştım. Akrepten korunabilmek için karyolamın ayaklarına içi su dolu kaplar koymamı salık vermişlerdi, bir de cibinlik, –atlarmış tavandan akrep– boğuluyordum sıcaktan. Bereket daha düzgünce bir evde oturan iki bekâr memur arkadaşın yanlarına taşındım, damda yatılması gerektiğini de onlardan öğrendim.

Bir kural daha varmış. Damlarda ışık yakılmayacak, dolaşılmayacak, dürülen yer yatakları el yordamıyla serilip girilecek hemen yorganın altına. Uyarılmadığım için, bir gece, soluk alayım, kasabayı şöyle bir göreyim yanılgısı, büyük çoğunluğu Türkçe bilmeyen yerlilerin tepkisine yol açtı. Dillerinden anlayan müdür, kulağımı büktü incelikle. Savmış adamları, yeni geldiğimi, bilgisizliğimi, kötü niyetli olmadığımı anlatarak.

Gündüzleri kırk dereceye ulaşıyordu ısı. Trahom yaygın. İçme suyu arabalarla otuz kilometre uzaktan getiriliyor, sebze Diyarbakır’dan. Memur, subay ailelerine zor yetişiyor. Tifo korkusu yüzünden, otuz kırk bardak çay içiyoruz günde, demli, kaçak kuyruk çayı, askılığı boş kalmıyor hiç, çaycının.

Dün mektup aldım, İstanbul’daki kızkardeşimden. Yıllardır görüşemiyoruz. Zarftan bir de fotoğraf çıktı. Bisikletinin üzerinde gülümsüyor kardeşim. Ne çabuk büyümüş, basbayağı genç kız!

Günlerdir, o gün– kendi çocukluğumun bisiklet tutkusunu anımsadığımı anımsıyorum, kar eleniyor dışarıda, ezan sesleri yankılanıyor, pazar sessizliğine Ankara’nın, sobaya odun atmalı.

Ne iyi, demek bisiklet alınmış kardeşime! Kıskanmadım ya içim burkuldu!

Alışverişi arasıra ben yapıyorum, elime para verildiğinde birkaç kuruş tırtıkladığımı biliyor annem, yüzlemiyor. Fırsat düştükçe bisiklet kiralıyorum, en çok bir saatliğine, eski püskü, lastikleri yamalı bisikletler.

Bir gün birlikte kararlaştırdık annemle, para biriktireceğim, kendi bisikletim olacak.

Bir teneke kutusunu kumbara yaptık. Salt bir kuruşluklar atıyorum içine nedense! Sallıyorum, ağırlaştıkça büyüyor umudum. Oysa, o yıllarda bile dört beş yıl aynı hızla para biriktirsem, bir bisiklet satın alınamayacağı ortada!

Ola ki, üç dört ay geçti aradan. Okul çıkışı et almaya gönderdi annem. Dönüşte kumbaramı aradım, yerinde yok. Annem sıkıntılı, elinde süpürge ortalığı süpürüyor sözde, elinden aldım süpürgeyi. Gözleri dolu dolu. İlişti sedire.

“Ay sonunu getiremiyoruz oğlum! Ne yapalım! Bakkala kasaba yüzümüz tutmuyor artık…”

Sarıldım boynuna. Çamaşırın yıprattığı genç ellerini öptüm.

Haklısın anacığım, bisiklet benim neyime!

 


ARŞİV