WİLLİAM FAULKNER (25 Eylül 1897- 6 Temmuz 1962)
1897’de Mississippi, New Albany’de doğdu. Ailesinin onur, beyazların sosyal konumu, tarihi kahramanlıklar gibi konulara yaklaşımı Faulkner’a yapıtları için malzeme oluşturdu. 1915’te okuldan ayrıldı ve büyükbabasının bankasında çalışmaya başladı. 1918’de, çok kısa boylu olduğu için Amerikan Ordusu’na kabul edilmeyince Kanada Hava Kuvvetleri’ne başvurdu. Askeri eğitim gördüğü sırada savaş sona erdiği için aktif görevde bulunamadı. 1919’da askerden geri döndüğünde Mississippi Üniversitesi’ne girdi. Bir yıl sonra öğrenimini yarıda bırakıp New York’a gitti ve bir kitapçıda çalışmaya başladı. 1924’te şiirlerini bir araya getiren ilk kitabı “The Marble Faun”, New Orleans’ta yayımlandı. İlk romanı “Soldier’s Pay”i 1925’te New Orleans’ta yazdı ve bir yıl sonra yayımladı. Yazarlık hayatının en verimli dönemi 1929 yılında “Ses ve Öfke”nin yayımlanmasıyla başladı onu “Döşeğimde Ölürken”, “Ağustos Işığı”, “Pylon”, “Abşalom, Abşalom!”, “Yenilmeyenler”, “Çılgın Palmiyeler, “Köy” ve “Kurtar Halkımı Musa” takip etti. Bir dönem MGM, Twentieth Century-Fox ve Warner Brothers için senaryo yazarlığı yaparak geçimini sağladı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde ülkesinde romanlarının neredeyse hiçbirinin yeni basımı bulunamayan Faulkner, önce Fransız edebiyat dünyasında gördüğü ilgi, ardından da Malcolm Cowley’nin hazırladığı “The Portable Faulkner” başlıklı antoloji sayesinde yeniden keşfedildi. 1949 yılında, “Çağdaş Amerikan romanına yaptığı güçlü ve sanatsal açıdan eşsiz katkıdan dolayı” Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. 1955’te “A Fable”la, 1962’de de “The Reivers”la Pulitzer Ödülü’nü kazandı. Roman ve öykülerinin büyük bölümü ilhamını Mississippi’deki Lafayette County’den alan Yoknapatawpha County’de geçen William Faulkner, 1962’de geçirdiği kalp krizi sonucu öldü.
Yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından okurla buluşturulan Çılgın Palmiyeler kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
ÇILGIN PALMİYELER
Doktor merdivenlerden inmekteydi, elindeki fenerin ışığı kahverengi merdiven boşluğunu aşarak aşağıya, ahşap bir kutuyu andıran kahverengi boyalı hole doğru mızrak gibi uzanıyordu; bu sırada kapı usulca, ama kesin bir kararlılıkla, bir kez daha çalındı. İki katlı olmasına karşın burası küçük bir deniz kıyısı eviydi; gaz lambalarıyla, daha doğrusu, akşam yemeğinden sonra yatmaya çıkarlarken karısının yukarı götürdüğü tek bir gaz lambasıyla, aydınlanıyordu. (…)
Vakit gece yarısından biraz sonraydı. İçeride, kilitli kapıların, kapalı kepenklerin ardından rüzgârın sesini duymasa, tadını, kokusunu almasa da, doktor saatin kaç olduğunu bilirdi. Çünkü o, bu kıyılarda, bu evde değilse de ötekinde, ailenin kasabadaki evinde doğmuş, Devlet Üniversitesinin tıp fakültesinde gene buraların özlemi içinde geçirdiği dört yıl ile New Orleans’daki iki yıllık stajı da dahil, ömür boyu burada yaşamıştı. Gençliğinde bile kısa ve kalın yapılı olan bu tombul, yumuşak ve kadınsı elli adamın hiç doktorluğa kalkışmaması gerekirdi; (altı yılını az çok büyük bir kent ortamında geçirdikten sonra bile, sınıf arkadaşlarına, meslektaşlarına –sayısız stajyer hemşirenin kimliksiz yüzlerini keten ceketlerinin yakalarında kendilerinden emin, pervasız bir böbürlenmeyle zafer madalyaları, ganimet çiçekleri gibi taşıyan o incecik delikanlılara– çevresinden kopuk bir taşralının şaşkın gözleriyle bakmıştı hep). Derken, sınıfının birincisi ya da sonuncusu olmadan, en altlara daha yakın bir yerde okulu bitirmiş, evine dönüp aynı yıl içinde babasının seçtiği kızla evlenmiş, dört yılda babasının evini satın almış, onun bıraktığı muayenehaneye yerleşmiş, hastalarının sayısını eksiltmeden, ama artırmadan da, işi sürdürmüştü. On yıl içinde, karısıyla birlikte çocuksuz yazlarını geçirdikleri deniz kıyısındaki bu ev ile, tatilcilere, hatta kıyıda parti vermek, piknik yapmak isteyenlere ya da balıkçılara kiraladığı yandaki evi de edinmişti. Evlendikleri akşam karısıyla New Orleans’a gidip iki gece bir otelde kalmışlar, ama hiçbir zaman balayına çıkmamışlardı. Ve yirmi üç yıldır aynı yatağı paylaştıkları halde hâlâ çocukları yoktu.
Ancak rüzgâr olmasa da, doktor ince mutfak duvarının ardından sönük sobanın üstünde duran koca güveçteki soğumuş balıklı bamya çorbasının bayatlamaya yüz tutan kokusuna bakarak saatin aşağı yukarı kaç olduğunu anlardı. Karısı o koca güveçteki çorbayı birazını bitişikteki komşularına (kiracılarına) yollamak için bu sabah yapmıştı; onlar, çorba gönderenlerin yalnız komşuları değil, aynı zamanda ev sahipleri olduğunu belki bilmiyorlardı bile – kadının saçları siyah, cildi gergin, elmacıkkemikleri çıkık, sarı gözleri garip ve katıydı; büyükçe bir çenesi vardı (bu yüz için doktor, önce somurtan, sonra da korkan bir yüz demişti); gençti, üstünde eski bir tişört, solmuş kot bir pantolon ve keten ayakkabılarla, yüzü suya dönük, gün boyu ucuz yeni bir plaj iskemlesinde oturuyor, okumuyor, hiçbir şey yapmıyor, kımıldamadan öylece duruyordu; Doktor (ya da Doktorun içindeki doktor) hemen tanısını koymak için, cildinin gergin görüntüsünün, anlaşılan görmeden bakan gözlerdeki içe dönük dikkatin yardımına gerek duymamıştı: Organlarından biri, örneğin kalbi, aksayan, ya da durdurulamayan, gizli bir iç kanaması olan herhangi bir canlı kendini dinler, hatta gözlerken, işte böyle acı ve dehşet duygularından uzak, tümüyle hareketsiz bir dalgınlığa gömülürdü; genç adamı da üstünde haki renkli kötü bir pantolon ve kolsuz bir penye atletle gençlerin bile yaz güneşinin ölümcül olduğunu bildiği bir yerde başında şapka olmadan, genellikle kumsalda, çekilen suların bıraktığı çizgi boyunca yalınayak yürürken görüyorlardı; eve dönerken denizin kıyıya taşıdığı bir tahta parçasını kemerine sokup getiriyor, plaj iskemlesinde hareketsiz oturan kadın, adam önünden geçerken başı, ya da belki gözleriyle bile onu gördüğünü belli eden herhangi bir harekette bulunmuyordu.
Ama onun dinlediği organ kalbi değil, dedi doktor kendi kendine. Bu kararı daha birinci gün, iki bahçeyi ayıran zakkumların arkasında durduğu yerden, kulak misafiri olmayı, gözetlemeyi düşünmeden kadına bakarken vermişti. Gene de, doktora öyle geliyordu ki, kadının dinlediği organın kalp olmadığı yolundaki varsayımın içinde, onun neyi dinlediği sorusunun yanıtı da saklıydı. Doktor gerçeği şimdiden görüyormuş gibiydi; ama bu karanlık ve belirsiz gerçekle kendi arasında, tıpkı yaşayan, gerçek kadınla aralarındaki zakkum yaprakları gibi ince bir tül perde vardı sanki. Kulak misafiri olmuyor, gizlice gözetlemiyordu; belki de şöyle düşünmüştü: Kadının hangi organını dinlediğini anlamak için çok vaktim olacak; iki haftalık kirayı ödediler (belki o sırada Doktorun içindeki doktor bunu öğrenmenin haftalar değil, yalnızca birkaç gün alacağını da biliyordu). Kadına yardım gerekirse, ev sahibinin aynı zamanda doktor olması iyi bir şanstı, ancak ev sahibi olduğumu bilmedikleri gibi, doktor olduğumu da bilmiyorlar belki, diye düşündü.
Emlak komisyoncusu telefonda, “Kadın pantolon giyiyor,” demişti. “Kadın pantolonu değil, erkek pantolonu giyiyor. Demek istediğim, tam gizlemesi gereken yerlerinde dar gelen bir pantolon; erkekler böyle dar pantolon giyen kadınlara bakmaktan hoşlanır, ama kadınlar hoşlanmaz - kendileri de giymedikçe elbette. Bayan Martha'nın bundan pek hoşlanacağını sanmam.”
“Kirayı vaktinde öderlerse sesini çıkarmaz o,” dedi doktor.
“Bu konuda hiç korkmayın,” dedi komisyoncu. “Onu hallettim. Bunca yıldır boşuna çalışmadım ben bu işte. Ona, 'Kirayı peşin ödemeniz gerekecek, dediğimde, bir “Tamam, tamam. Ne kadar” deyişi vardı, sanırsın ki adam kirli balıkçı pantolonu, ceketinin altına giydiği fanilasıyla Vanderbilt ya da başka önemli biri. Cebinden çıkardığı katlanmış paralar, iki banknottan ibaretti; bunların biri yalnızca bir onluktu, ötekinin üstü olarak bende bir onluk verdim ona. Zaten yalnız iki kişiler. Dedim ki, 'Eğer olduğu gibi tutar, içindekinden başka eşya istemezseniz, ev size oldukça ucuza gelir.” Ama o gene, ‘Tamam, tamam. Ne kadar?’ dedi. Sanırım daha çok para istesem, alabilirdim. Çünkü eşya istemiyor. Bana sorarsan onun istediği, başını sokacak dört duvarla girip arkasından kapayacağı bir kapı. Kadın taksiden inmedi bile, Tam gizlemesi gereken yerlerinde dar gelen pantolonuyla oturup bekledi.” Telefondaki ses kesilmişti. Doktorun beyni şimdi telden gelen bir uğultu ve yükselen bir gülme sesiyle doldu; neredeyse sertçe, “Peki? Başka eşya istediler mi, istemediler mi?” dedi. “Evde tek bir karyoladan başka eşya yok. Onun üstündeki yatak da hiç—”
“Hayır, hayır. Başka istekleri yok. Evde bir yatakla bir kuzine olduğunu söyledim. Takside onların yanında da, çantalarıyla birlikte getirdikleri şu katlanan bez iskemlelerden vardı bir tane. Bunların her şeyleri tamam.” Telefondaki ses kesildi, doktorun kafasının içi gene bir gülme sesiyle doldu.
“Peki?” dedi. “Ne oluyor? Nen var senin?” Aslında, adam konuşmaya başlamadan önce de doktor, telefondaki sesin ne diyeceğini biliyordu:
“Bu sefer Bayan Martha'nın içine o dar pantolondan daha zor sindirebileceği bir şey var. Bunlar evli değil sanırım. Ha, adam evli olduklarını söylüyor. Kadın için bu belki doğru, yalan söylemiyor; hatta belki adamın kendi de evlidir. Ancak sorun şu: Birbirleriyle evli değiller. Adam bu kadının kocası değil. Çünkü evli bir adamın, bir kocanın, kokusunu hemen alırım ben.”
(…)
Adamla kadın, o gün öğleden sonra gelip, yayları bozuk tek karyolası ve kötü yatağı, kuzinesi ve içinde nesiller boyu pişen balıklardan kabuk bağlamış tek tavası, kahve güğümü, çeşitli takımlardan arta kalan az sayıda çatal, kaşık, bıçağı, çatlak fincanları, fincan tabakları ve reçel ya da jöle kavanozlarından bozma bardaklarıyla eve, o derme çatma kulübeye, yerleştiler; yeni plaj iskemlesi de oradaydı; adam deniz kıyısından mutfağa tahta parçaları taşırken, kadın bütün gün bu iskemleye uzanıyor, anlaşılan suların parlak ışıltısına karşı rüzgârda çılgınca savrularak kuru, acı hışırtılar çıkaran palmiye dallarına bakıyordu. İki sabah önce kıyıdaki evlere süt getiren araba önlerinde durmuş, doktorun karısı adamı bir kez de kıyıdan elinde Portekizli eski bir balıkçının işlettiği küçük bakkaldan aldığı bir somun ekmek ve içi tıka basa dolu büyükçe bir kesekâğıdıyla eve dönerken görmüştü. Kocasına, adamın mutfak merdivenlerinde nasıl balık ayıkladığını (ya da ayıklamaya çalıştığını) anlatmıştı. Karısı, doktorun kendi kadar şişman olmasa da, tombul biçimsiz bir kadındı; aşağı yukarı on yıl önce, her yanı ağarmaya başlamıştı; sanki saçları, teni, gözleri, onlara uysun diye seçtiği ev giysilerinin etkisi altında renklerini değiştiriyordu. Acı bir öfke içinde, kendinden emin bir tavırla, “Balık ayıklamayı yüzüne gözüne bulaştırıyordu,” diye söylendi. “Mutfağın dışı gibi, kuzinenin üstünü de berbat etmiştir.”
Doktor yumuşak bir sesle, “Kadın balık pişirmeyi biliyordur belki,” dedi.
“Nerede, nasıl pişirecek? Bahçede otururken, adam kuzineyi, her şeyi önüne getirecek de öyle mi pişirecek?” Ancak, söylemiyordu ama, öfkesinin nedeni aslında bu değildi. İkisinin aklında da aynı şey vardı ama kadın, “Bunlar evli değiller,” demedi. İkisi de biliyordu ki, bunu bir kez aralarında dile getirirlerse, doktorun kiracıları evden çıkarması gerekecekti.