WILLIAM MORRIS ( 24 MART 1834- 3 EKİM 1896)
24 Mart 1834’te Walthamstow’da doğan William Morris, vitray, kumaş, mobilya ve dekorasyon tasarımı alanında yeni bir tasarım anlayışı geliştirmiştir. Bir şair ve tasarımcı olan William Morris aynı zamanda ilk İngiliz sosyalistlerindendir.
Varlıklı bir orta sınıf ailesinin üçüncü ve ilk erkek çocuğuydu. 1843’te “Herald Kolej”indeki eğitimine başlayan William Morris. 1847’de “Marlbrought Kolej”ine oradan da “Oxford Exeter” Koleji’ne geçti. Mimari eğitimi aldı. Mobilya, kumaş, duvar kâğıdı tasarımları yaptı. Yazarlığının yanı sıra şair, çevirmen ve ressam olarak da tanındı. 1880'lerde Marksizm'le tanıştı, İngiltere'nin en önemli erken dönem sosyalistlerindendi. O dönemin işçi hareketlerinde önemli rol oynadı.
Politik görüşü, ütopik anlatısı Hiçbir Yerden Haberler'de (1890) okura yansır. Kitap ilk olarak Commonweal adlı Sosyalist bir dergide bölümler halinde yayımlandı. Morris bu kitabında doğayla bütünleşik, eşitlikçi, devletsiz bir toplum tasavvur etti. Ondokuzuncu yüzyılda uykuya dalıp 2102’de uyanan bir kahramanın gözünden özel mülkiyetin ortadan kalkıp üretim araçlarının demokratik paylaştırıldığı bir düzenin anlatıldığı kitap gerçekleşemez denilen bir geleceğin nasıl gerçekleşebileceğini gösteren sosyalist yapıtlar arasına girdi.
Tasarım ve dekorasyon çalışmaları yapan Morris, 1891'de kurduğu Kelsington Press'le sınırlı sayıda, özel basım kitaplar yayımladı ve hayatının son dönemlerini bu işe adadı. Düzyazıda romans üslubunu benimseyen Morris tamamıyla fantastik dünyaları anlatan metinler de yazdı. Lirik ve büyülü anlatımıyla sonraki fantazi edebiyatı üzerinde etkili oldu. Doğrudan ilham verdiği isimler arasında C. S. Lewis ve J. R. R. Tolkien gösterilebilir.
Yazarın İthaki Yayınları tarafından okurla buluşturulan Hiçbir Yerden Haberler kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
HİÇBİR YERDEN HABERLER
Bir arkadaşımın anlattığına göre, bir gece Dernek'te Devrim Ertesi neler olacağına dair yapılan tartışma, birkaç arkadaşın, tamamen gelişmiş yeni toplumun geleceği konusundaki görüşlerini hararetle dile getirdikleri bir platforma dönüşmüş.
Arkadaşımızın dediğine göre, konuyu göz önünde bulundurursanız, tartışma sakin geçmiş, orada bulunanlar halka açık toplantılara ve sonrada yapılan tartışmalara alışkın olduklarından birbirlerinin fikirlerini dinlemeseler bile (ki dinlememeleri beklenemezmiş) oradan kibar topluluklardakilerin ilgilerini çeken bir konu hakkında sohbet ederken yaptıkları gibi hep bir ağızdan konuşmaya çalışmamışlar. Tartışmada hazır bulunan, birliğin farklı gruplarının görüşlerini temsil eden altı kişi varmış ve bunların dördü sağlam fakat birbirine aykırı anarşist düşüncelerdenmiş. İçlerinden biri, kendisini çok yakın tanıyan bir arkadaşımızın dediğine göre, tartışmanın başlarında neredeyse çıt çıkarmadan oturmuş ama daha sonra tartışmanın içine çekilmiş ve en sonunda bağırarak herkesi aptal olmakla suçlamış; sonrasındaki kısa süreli kargaşa ve onun da ardından çöken sessizlikte bahsi geçen kişi herkesle dostça vedalaşıp medeniyetin bizlere rahip cüppesi gibi dayattığı malum ulaşım aracını kullanarak batı yakasındaki banliyöde bulunan evine gitmek üzere tek başına yola çıkmış. (…) “Bir günlüğüne olsun görebilsem," demiş kendi kendine. "Bir görebilsem!”
(…)
Nehrin kenarına inmiş ve kıyıdaki alçak duvarın üzerinden, ay ışığında girdaplanıp ışıldayarak Chiswick Adacığı'na kadar uzanan kabarmış suları seyrederek biraz oyalanmış. Akıntı yönündeki parıltıları kaçırdığını anladığı ana kadar (arkadaşımızın dediğine göre), nehrin aşağısındaki çirkin köprüyü fark etmemiş bile. Ardından evinin kapısına dönüp içeri girmiş. Daha kapıyı kapattığı anda, o geceki tartışmayı aydınlatmış olan o harikulade mantık ve öngörü tamamen yok olmuş, insanların barış ve huzur içinde yaşayacağı, masum ve mutlu geleceğe dair belli belirsiz bir umut ışığı dışında, tartışmadan hiçbir iz kalmamış.
Bu ruh haliyle kendini yatağa atmış ve her zamanki gibi iki dakika içinde uyuyakalmış ancak (hiç âdeti olmadığı halde) çok geçmeden uyanmış. En deliksiz uyuyanlarımızın bile başına gelebilen, tüm duyularımızın doğal olamayacak kadar keskinleştiğini hissettiğimiz, karıştığımız tüm acı verici olayların, hayatımızın tüm utanç ve kayıplarının keskinleşen duyularımıza bıkmadan usanmadan saldırdığı bu tamamen uyanıklık halinde tavanı izleyerek yatmış.
(…)
Arkadaşımız dediğine bakılırsa bu kişi uykusundan bir kere daha uyanmış ve sonrasında o denli şaşırtıcı maceralar yaşamış ki yoldaşlarımıza, hatta tüm halka anlatılması gerektiğini düşünüyormuş; bu yüzden şimdi onlara hikâyesini anlatmayı öneriyormuş. Gelgelelim, bunları sanki kendi başımdan geçmişler gibi anlatırsam daha iyi olacağını düşünüyormuş, ki bu yoldaşın duygu ve arzularını çok iyi anladığımdan böylesi benim için de daha kolay ve daha doğal olacaktır.
(…)
Uyandığımda nevresimleri üzerimden atmış olduğumu gördüm ki havanın sıcak ve güneşin parlamakta olduğunu düşünürsek buna şaşırmamak gerekirdi.
(…)
Giyindiğimde oda o kadar sıcak geldi ki kendimi aceleyle odadan ve evden dışarı attım ve ilk hissettiğim şey; temiz havanın ve hoş esintinin getirdiği tatlı bir rahatlık; ikincisiyse aklım başıma gelmeye başlarken beliren hayret duygusuydu. Dün gece yattığımda mevsim kıştı, şimdiyse nehir kıyısındaki ağaçların tanıklığında, haziranın ilk günleriymiş gibi görünen pırıl pırıl bir yaz sabahı.
(…)
İçimdeki bunalım hissini hâlâ silkeleyip atamamıştım ve nereye gidersem gideyim gittiğim yerin pek de bilincinde olmadığım için Thames'in tanıdık manzarasına rağmen kafamın bir hayli karışması gayet olağandı. Üstelik başım dönüyordu, kendimi bir tuhaf hissediyordum; insanların kayık kiralayıp nehrin ortasında yüzdüğünü hatırlayınca neden olmasın diye düşündüm. Saat çok erken olmalı, dedim kendi kendime, ama sanırım Biffin'de beni götürecek birini bulabilirim. Ancak Biffin'e gitmeme, hatta sola dönüp o tarafa doğru yürümeme bile gerek kalmadı çünkü tam o anda evimin önünde, tam karşımda gözüme bir iskele ilişti. Komşum oraya uyduruk bir iskele kurmuştu fakat bu ona pek benzemiyordu. Aşağıya, o yöne doğru ilerledim, gerçekten de iskeleye bağlı boş kayıkların arasında sağlam görünüşlü, yüzücüler için olduğu belli bir kayığın içinde, küreklerini tutan bir adam duruyordu. Başıyla hafif bir selam verdi, sanki beni bekliyormuşçasına, Günaydın, dedi. Hiçbir şey demeden kayığa atladım, o kürek çekerken ben de yüzmek için soyundum. Biraz ilerledikten sonra suya baktım ve kendimi tutamadan konuştum.
“Bu sabah su ne kadar da berrak!”
“Öyle mi?” dedi. “Hiç fark etmemişim. Bilirsiniz, sular yükselince biraz bulanır.”
“Hımm," dedim, “yarı yarıya çekildiği zamanlar bile daha çamurlu olduğunu görmüştüm.”
Cevap vermemesine rağmen epey şaşırmış gibiydi; artık o sadece akıntıya karşı kayığı sabit tutmaya çalışırken ben de kıyafetlerimi çıkardığım için daha fazla bir şey söylemeden suya atladım. Başım yeniden su üzerine çıktığında akıntıya doğru döndüm, gözlerim doğal olarak köprüyü aradım. Gördüğüm şey karşısında o kadar afalladım ki kulaç atmayı unutup tekrar suya gömüldüm, kayıkçıya bazı sorular sormam gerektiğini düşündüğüm için yüzeye çıktığımda doğrudan kayığa doğru yüzdüm, su yüzeyinde, henüz gözlerimi tam açamamışken gördüğümü sandığım şey o kadar hayret vericiydi ki uykulu ve sersem halimden eser kalmamıştı, artık tamamen uyanıktım.
(…)
“Burası gerçekten de Thames mi?” diye soracaktım ki dilimi tuttum, şaşkınlıktan faltaşı gibi açılmış gözlerimi, köprüye tekrar bakmak için önce doğuya, ardından Londra nehrinin kıyısına çevirdim ve gördüklerim beni hayrete düşürmeye yetti. Akıntının bir tarafından diğer tarafa bir köprü olmasına ve kıyısındaki evlere karşın dün gecekinden ne kadar da farklıydı! Sabun fabrikaları ve duman kusan bacaları ortadan kaybolmuştu, mühendislik işleri bitmişti, kurşun işleri yoktu, Thorneycroft'tan gelen batı rüzgârının beraberinde getirdiği perçinleme ve çekiç sesleri artık gitmişti. Hele köprü! Belki de böyle bir köprünün hayalini kurmuştum, resimli taslaklar dışında buna benzer hiçbir şey görmemiştim, Floransa'daki Ponte Vecchio bile görkeminin yanına yanaşamazdı. Köprünün sağlam kemerleri taştandı, güçlü oldukları kadar zarif ve nehir trafiğini engellemeyecek kadar yükseklerdi. Korkulukların üzerinden, gişe ya da dükkân olduklarını düşündüğüm, boyalı ve yaldızlı rüzgârgülleri ve sivri çatılar ile kuşatılmış tuhaf küçük binalar görünüyordu. Taşları biraz yıpranmıştı ancak bir yıldan yaşlı Londra binalarında görmeye alışkın olduğum kurumlarla kaplı pis görünüşten eser yoktu. Kısacası naçizane fikrime göre mükemmel bir köprüydü.
Kürekçi şaşkın, hevesli bakışları fark etti ve düşüncelerimi okumuş gibi dedi ki:
“Evet, güzel bir köprü değil mi? Nehrin yukarısındaki, çok daha küçük olan köprüler bile bu kadar zarif değil; nehrin aşağısındakilerse bu kadar saygın ve görkemli değil.”
Neredeyse gayri ihtiyari, “Bu köprü kaç yıllık?” diye sorarken buldum kendimi.
“Çok da eski değil,” dedi, “2003'te inşa edildi, en azından bitirildi. Ondan önce yerinde daha sade ahşap bir köprü vardı.”
Tarihi duyunca çenemi kapattım, sanki dudaklarıma asma kilit vurulmuştu; esrarengiz bir şeyin gerçekleşmesine tanık olmuştum ve çok şey söylersem çapraz sorgular ve yalan dolan cevaplar oyununun ortasında bulacaktım kendimi. Kayıtsız görünmeye, nehrin kıyısına gelişigüzel bakıyormuş gibi yapmaya çalıştım, köprü ve biraz daha ötesinde, yaklaşık sabun fabrikalarına kadar olan bölgede gördüklerim şöyleydi: Her iki kıyıda da gayet güzel evler vardı; alçak ve küçük, nehrin biraz gerisinde duran, kırmızı tuğladan inşa edilmiş, kiremit çatılı ve hepsinden öte rahat görünen evlerdi, sanki canlılardı da içlerinde yaşayanların hayatlarıyla sevimlileşmişlerdi.