WILLIAM SAROYAN (31 Ağustos 1908- 18 Mayıs 1981)
Bitlis’ten Amerika’ya göç etmiş Ermeni bir ailenin, orada doğan ilk ferdi olarak 31 Ağustos 1908’de Kaliforniya eyaletinin Fresno kasabasında dünyaya geldi. Bir Presbiteryen rahibi olan babası, Saroyan üç yaşındayken ölünce, annesi Saroyan’ı ve üç kardeşini yetimhaneye vermek zorunda kaldı. Yetimhanede geçirilen beş yıldan sonra çocuklar annelerine kavuşarak Fresno’da bir araya geldi. Resmi eğitimle bir türlü yıldızı barışmayan Saroyan on beş yaşında okulu terk etti. Çeşitli işlerde çalıştı. Asıl hedefi yazar olmaktı. İlk öyküsü Story dergisinde 1933 yılında yayımlandı. 1934 yılında ise Randon House yayınevi tarafından The Daring Young Man on the Flying Trapeze and Other Stories isimli kitabı yayımlandı ve o yılın en çok satan öykü kitabı oldu. Yazmaktan ve gezmekten başka bir iş yapmadı. 1939 yılında The Time of Your Life oyunuyla Pulitzer Ödülü’nü kazandı, ödülü reddetti.
Saroyan hayatı boyunca altmışı aşkın kitap -öykü, oyun ve roman yazdı. Düzyazıda kendine özgü bir tarz yarattı. 1981 yılında doğduğu yerde öldüğü zaman adı Amerikan edebiyatının en iyi kısa öykü yazarları arasına çoktan yazılmıştı.
Saroyan’ın Aras Yayıncılık tarafından okurla buluşturulan Ödlekler Cesurdur isimli öykü kitabından Ödlekler isimli öyküyü paylaşıyoruz.
ÖDLEKLER
En iyi insanlar ödleklerdir. En ilginç, en kibar, en has ve suç işleme ihtimali en az olanlar gene onlardır.
Asla bir banka soymayı düşünmezler. Akıllarından bir başkana suikast düzenlemek gibi bir şey geçmez. Yolda yürürken, çukur kazan bir amelenin gözüne kazara kum sıçratsalar, amele de onlara küfretse, ödlekler onurlarının lekelendiğini düşünmezler ve onun için de ameleyle kavga edip bir araba dayak yemelerine gerek kalmaz. Onun yerine, “Özür dilerim, isteyerek olmadı” der, yollarına devam ederler.
Ödlekler terbiyeli insanlardır ve bir o kadar da düşünceli.
Kurayla askere alma emri 1917 yılında, Fresno’daki Ermeni kasabasına ulaştığında buraya yerleşmiş olan ailelerin yaşı tutan erkek çocukları ilk önce Emerson Okulu’nda kurulmuş olan askerlik kurulunun huzuruna çıktılar, oradan da çok geçmeden Yosemite Milli Parkı’ndaki Camp Curry eğitim kampında boy gösterdiler. Devlet onları istedikten sonra onlar ne cüretle bu isteği tartışsınlar?
Buna rağmen, o zamanlar M Caddesi 123 numarada annesi ve evlenmemiş üç kız kardeşiyle oturan, üç yıldır Cooper’s Mağazası erkek reyonunda çalışan, yirmi dört yaşındaki Kristofor Ağbadaşyan ortadan kayboluverdi.
Birdenbire artık sabahları tam 8:15’te evden çıkıp yürüyerek işe gitmediğinin farkına varıldı, çünkü inci kravat iğnesiyle, klapasındaki kırmızı gül goncasıyla bütün çevrenin en iyi giyimli erkeğiydi kuşkusuz. Eh, tabii bir sürü genç adam orduya alınmış, dolayısıyla artık ortalarda görünmez olmuştu. Bu yüzden Kristofor’un nerelerde olduğunu merak etmek için bir sebep yoktu. Kristofor hakkında sorulan sorulara, Cooper’s Mağazası’ndakiler, onun uzaklarda olduğunu söyleyerek yanıt veriyorlardı; şüphesiz bu doğruydu.
Annesine gelince, ne zaman oğullarından birini veya ikisini askere göndermiş kasabadaki diğer annelerden biri, ihtiyatla, çekine çekine, hatta biraz da sempatiyle Kristofor’un akıbeti konusunda, belki şu sözleri kullanarak, “Ah sevgili Yeğsapet, yakışıklı Kristofor’un her sabah işe gidişini seyretmeyi o kadar özledim ki... Benim Simonum, Vaskenim gibi, hükümet onu da mı savaşa aldı?” diye sorsa, Kristofor’un annesi “Evet.” diyordu, “Kristofor’u da aldılar, Allah onu da, sizin çocuklarınızı da korusun.”
Tabii ne buna inanmak, ne de meseleyi daha fazla kurcalamak için bir neden vardı. Yine de resmi görünüşlü Fordlar ve Chevroletler, M Caddesi 123 numaradaki bakımlı küçük evin kapısında durup da içlerinden inen önemli görünüşlü Amerikalılar kapıya yürüyüp evin içine de girince, kasabadaki herkes neler olup bittiğini merak etmeye başladı. Kristofor daha şimdiden ölmüş müydü yoksa?
Hükümet tarafından görevlendirilmiş olan önemli görünüşlü bu Amerikalılar, annesini ve kız kardeşlerini ziyaret ederek haberi münasip bir dille veriyor, Ermeni kasabasında hayatını devleti için feda etmekten çekinmeyen ilk kişi olmasından dolayı Kristofor’a saygılarını belirtiyor olabilirler miydi? Ama bir ay sonra, bu sefer üç araba kapının önünde durup da içlerinden biri tabancasını belindeki kılıfında taşıyan bir şerif olmak üzere, öncekinden daha önemli görünen adamlar inince, kasabalı, bir şeylerin yolunda gitmediğinden şüphelenmeye başladı.
Guggenheim’s fabrikasında incir paketledikleri bir gün anne Yeğsapet en yakın arkadaşı Arşaluys Gancakyan’a şöyle söylemiş: “Lütfen asabi oluşumu anlamaya çalış. Oğlum için endişelenmekten yatamaz, uyku uyuyamaz oldum. Biz onun da diğer çocuklar gibi orduya alındığını sanıyorduk, ama o adamlar onun orduda olmadığını söylüyorlar. Öyleyse, sevgili Arşaluysum, nerede o? Orduda olsaydı bin kat daha iyiydi, hiç olmazsa ayda bir mektup gönderirdi. Tam altı ay oldu, bir kelime bile haber yok. Ona kötü bir şey olmuş olmaması için sadece dua edebiliyorum.”
“Ah! İyi bir çocuk seninkisi.” diye yanıtlamış arkadaşı, “Allah onu esirgeyecektir, yine de dilerim ki bilinmeyen bir yerlere gidip kendini bir günah âleminde kaybetmiş olmasın, belki San Francisco gibi büyük bir şehirde ya da Chicago’da hatta belki de New York’ta... Bu pazar kilisede onun için bir mum yakıp dua edeyim, iyi çocuktur Kristofor.” Günde on saatlik bir çalışmanın karşılığında kazanılan iki dolar kadar bir paranın aşkına yarım saatlik sessiz ama hızlı bir çalışmadan sonra Arşaluys yeniden konuşmaya başlamış: “Günah âlemine dalıp gitmekten daha kötüsü de var tabii. Savaşa inanmayan ve asker olmayı reddeden diğer çocuklar gibi gidip kendini bir nehre atmış olmaması için Allah’a dua ediyorum. Daha geçen gece en küçük oğlum Yetvart The Evening Herald’da böyle bir çocuğun hikâyesini okudu.”
“Kendini nehre mi atmış?” diye sormuş Yeğsapet.
“Kings Nehri’ne. Notunu yazmış, soyunmuş ve kendini nehre atmış.”
“Zavallı çocuk, her kim olursa olsun.”
“Çocuk Almanmış. Kingsburg’da onlardan çok var.”
“Zavallı Alman çocuk. Devlet ondan kardeşini öldürmesini nasıl isteyebilir ki?”
“Ona kimse yardım edemez artık. Gitti bitti. Polis bunun bir yanıltmaca olabileceğinden şüphelenmiş, nehri tarayıp cesedi bulmuşlar; böylece ailesi çocuğu gömebilmiş ama annesi, babası ve kardeşlerinden başka cenazeye giden olmamış. Her şey gazetede yazıyordu. Kendileri de Alman oldukları için arkadaşları cenazeye gitmeye korkmuşlar.”
“Zavallı anne-baba, zavallı kardeşler. Hepsini seviyorum, kim oldukları umurumda değil.”
(…)
Aylarca başka bir gelişme olmadı.
Haygaz Baboyan, kasabadayken Birinci Presbiteryen Ermeni kilisesi pazar okulunda öğretmenlik yaptığı dokuz kişiye Paris’ten Eyfel, Arc de Triomphe, Tuileries kartları postalıyor, arkalarına “Paris sokakları babalarındaki frengi yüzünden sakat doğmuş insanlarla dolu.” türünden ahlâkçı sözler yazıyordu.
Kisag Jamanakyan Verdun’de, Vahram Vahramyan Chateau-Thierry’de, Kasapyanlar’ın ikizleri Krikor ve Karekin Belleau Ormanlarında öldürülmüşler. Daha yirmi beş yaşında bile değillerdi, Anadolu’dan Fresno’ya getirildiklerinde ya kundakta bebektiler ya da küçücük bir çocuk; ama başkaları da vardı, Fransa’da, Flanders Field’ta, Normandiya’da ya da herhangi başka bir yerde ölmüş olan başkaları. İçlerinden şanssız olan birkaçı daha savaşı bile görmeden Camp Curry’de gripten ölmüşlerdi.
(…)
… bir yılı aşkın bir süredir kasabada Kristofor hakkında bazı söylentiler dolaşıyordu. Bu söylentilere inanan da vardı, inanmayan da. Söylentilerin çıkmasının sebebi Ash Başmanyan’ın söylediği sözlerdi. Ash Başmanyan her akşam gazete satar, oradan da Liberty Sineması’na giderdi. İçeri girmesi için kapıdaki biletçiye bir gazete vermesi yetiyordu. Son gösterim bitene kadar da çıkmazdı, yani gece yarısından biraz önce; bu da Fresno için oldukça geç bir saat sayılırdı. Bir gece eve döndükten sonra, yemeğini yerken Ash, babasına, “Bu gece Kristofor’u gördüm.” demiş.
Birkaç dakika sonra babası, “Senin her gece her gece sinemaya gitmen canımı sıkıyor, onun için seni dinlemiyordum. Biraz evvel ne dedin sen bakayım?”
“Kristofor! Kristofor’u gördüm.”
“Kristofor Ağbadaşyan’ı mı?”
“Evet. Cooper’s Mağazası’nda çalışan.”
“Çok film seyretmekten hayal görmüşsün sen.”
“Hayır, oydu!”
“Neredeyse koskoca iki yıl oldu ortalarda yok. Nasıl görebilirsin ki?”
(…)
Başkaları da görmüş olacak ki, çok geçmedi, bütün kasabada Kristofor Ağbadaşyan’ın evde olduğu konuşulmaya başlandı. Ya kaçmış ve geri dönmüştü ya da bütün bu zaman boyunca M Caddesi 123 numaradaki evde saklanmıştı, ta ki artık sabrı tükenip bir gece geç vakit dolaşmaya çıkana kadar.
Bütün kasabada alay konusu olmuştu:
“Neredeymiş?” diye sorulunca.
“Yatağın altındaymış.” diye cevap veriliyordu.
En sonunda bu sözler Kristofor’un annesinin kulağına değilse bile en yakın arkadaşı Arşaluys Gancakyan’ın kulağına gitti.
Savaşın biteceğine dair yaptıkları konuşmadan birkaç gün sonra Yeğsapet Ağbadaşyan, Arşaluys Gancakyan’a şöyle söylemiş: “Arşaluys, sevgili arkadaşım, bugün işten eve dönerken sana bir şey söylemem lazım; söylemezsem ölürüm yoksa.” Eve dönerken kimsenin onları duyamayacağından emin olduktan sonra devam etmiş, “Kristofor hiçbir yere gitmedi. Bütün bu zaman boyunca hep evdeydi. Benim hatam. Giderse öleceğimi söyledim ona. Babası o daha küçük bir çocukken öldü. Ailede kalan tek erkeği kaybetmeye dayanamazdım. Ama şimdi ne yapacağım? Savaş bitip de herkes eve döndüğünde o ne olacak? Hepsi benim hatam, onun değil, yemin ederim. Bana yardım et. Sana güvenebileceğimi biliyorum, senden laf çıkmaz, lütfen bana yardım et, gün olur benim de sana yardımım dokunur. Ne yapacağım? Ne yapacağız?”
11 Kasım 1918’de savaş, nehre atlayan Kingsburglu çocuk, Fransa’da ölen kasabalılar, Camp Curry’de gripten ölenler ve de itibarını yitirmiş, herkesin deyimiyle Kristofor Yatakaltı hariç, herkes için bitti. Ama yine de kasabada kimse ne Kristofor’u ne de annesini hor görmüyordu. Ne yaptıklarını ve neden yaptıklarını yalnızca kendileri biliyorlardı, başkası tahmin bile edemezdi. (…)
Savaşa gidenler geri dönüp sivil elbiselerini giyince Ermeni kasabasında haftalar, hatta aylar süren mutlu bir şaşkınlık oldu. Arada sırada keder patlamaları da oluyordu. Feveran edenler genellikle kasabanın en metanetli diye bilinen erkekleriydi. Şulavari Başmanyan da bunlardan biriydi. Kimin için ağladığı sorulduğunda –zira savaşa gitmiş oğlu yoktu– şöyle cevap veriyordu: “Kristofor için ağlıyorum, cesareti yüzünden kötü muamele gören Kristofor için. Şüphesiz o bir ödlek; ama bir erkek, ödlek olabilmek için çok daha fazla cesur olmalı. Arkadaşlarınla birlikte hükümetin emrinde asker olmak kolaydır. Ama asıl zor olan kendin olmaktır, annenin evindeki yatağın altında olsan bile. Kristofor’un cesaretine ağlıyorum ben. Savaş bitti. Kim kazandıysa kazandı; ama bunu Kristofor olmadan yaptı. Allah kazananları da, kaybenleri de affetsin. Herkes çok adam kaybetti. Tanrı Kristofor Yatakaltı’nı korusun, her neredeyse.”
İşin doğrusu, ateşkes imzalanmadan birkaç hafta önce Kristofor Sacramento’ya gitmişti. Charles Abbot adını almış ve Ross Kardeşler Mağazası’nda çalışmaya başlamıştı. Çok geçmeden daha iyi mevki ve maaşla San Francisco şubesine geçmişti. Orada üç yıl kaldı ve sonra Post Caddesi’nde kendi dükkânını açtı.
Hükümet onun izini bulduğunda altı yıldır San Francisco’da yaşıyordu. Smith mezunu, İskoç-İrlandalı karışımı Bostonlu bir kızla evlenmiş, üç erkek, bir kız çocuğu olmuştu. Kız kardeşlerinden ikisi evlenmiş, biri ölmüştü. Annesi M Caddesi 123 numaradaki evde yalnız yaşıyor, ara sıra kızları ve damatları, çocuklarıyla birlikte onu ziyarete geliyordu.
Yetmişine merdiven dayamış Battaglia ismindeki hükümet görevlisi Kristofor’a “En çok istediğimiz şey, bu dosyaları kapatmak ve olanları unutmak. Siz Kristofor Ağbadaşyan’sınız, değil mi?” diye sormuş.
“Evet.” demiş Kristofor, “Sizin de bildiğiniz gibi on yıldır başka bir isim, Charles Abbot ismini kullanmama rağmen, ben Kristofor Ağbadaşyan’ım. İsmimi değiştirmek hep aklımda olan bir şeydi zaten; çünkü ismim Amerikan diline uygun değildi. Annemin babasının ismi Ahpet’miş, Abbot da ona çok benziyor.”
“Evet, mantıklı.” demiş hükümet görevlisi, “Bir hafıza kaybı vakası mı sizinki?”
“Hayır, hafıza kaybı değil. Evde saklanıyordum çünkü gitmek istemiyordum. Ne yaptığımın farkındaydım. Annem ve kız kardeşlerim teslim olup orduya katılmam için her gün bana yalvarıyorlardı; ama ben kabul etmiyordum. Hiçbirini unutmadım, hafızam yerinde. Bundan utanmayacak kadar iyi bir hayatım var. Hâlâ bizim oralarda beni Kristofor Yatakaltı diye hatırlayan bir avuç iyi insan var. Olanları çocuklarıma da anlattım, bayağı matrak geldi onlara.”
“Anlıyorum.” demiş Battaglia, “Bu şartlar altında, olmaz ya, yine de biri çıkar formları incelerse diye mazeret bölümüne ‘hafıza kaybı’ yazıyorum. Sizin başka bir öneriniz var mı?”
“Ödlek yazın.”
“Bu hafıza kaybı yazmak kadar yalan olur.” demiş Battaglia. Sonra formu doldurmuş, “Baba yazdım, eminim bu iş görür. Dosya kapanmıştır.” diyerek sanki alışveriş yapmaya gelmiş de kendine uygun bir şey bulamamış bir müşteri gibi çıkıp gitmiş.
Ödlekler iyidirler, ilginçtirler, kibardırlar; bir kuleden insanların üzerine ateş etmeyi asla düşünmezler. Yaşamayı arzularlar, böylece de çocuk sahibi olacak kadar uzun yaşayabilirler. Ödlekler cesurdur.