Yakup Kadri Karaosmanoğlu Anlatıyor

Edebiyat Hayatından Hatırlamalar köşesinde bu hafta Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Abdülhak Hamit Tarhan'ı anlattığı yazısını paylaşıyoruz

27 Temmuz 2018 - 10:03

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak.  Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU (1889-1974)

Türk romancılığının ve edebiyatının bu öncü ve büyük yazarı gazete yazılarıyla siyasal hayatımızın da yenilikçi insanları arasında yer almıştır. Edebi eserlerinin yanı sıra siyasal, sosyal, diplomasi hayatına ilişkin gözlemlerini değişik kitaplarında dile getirmiştir. Edebiyat dünyamızın önde gelen isimleriyle yakın arkadaşlıklar kuran Yakup Kadri, bu arkadaşlıklardan bazılarını özlü ve incelikli şekilde adeta onların portrelerini yaparcasına “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları” adlı bir kitapta dile getirmiştir. Bu kitabından, “şairi azam” lakaplı Aldülhak Hamit Tarhan'ı anlattığı yazıdan bir bölümü yayınlıyoruz. (İletişim Yayınları, İst. 1970, s. 184-189)

ABDÜLHAK HAMİD-GENÇLİK VE EDEBİYAT HATIRALARI

“…Abdülhak Hamit altmış yaşını aşmış olarak İstanbul’a dönünce bekliyorduk ki, ya gidip çocukluk çağının tatlı hatıralarıyla dolu Boğaziçi’nde bir yalıya ya da ilk ilham kaynağı olan Çamlıca’da bir köşke yerleşecektir. (Nitekim yıllardan beri görmediği kızkardeşi şair Fahrünnisa Hanımefendi orada oturmakta idi). Oysa Hamit bunun yerine tam tersini yapmış, uzun bir süre Beyoğlu’nda Tokatlıyan otelinde kalmıştı. Kendisine İstanbul’un hoş ve “asude” bir semtinde oturmayı tavsiye edenlere de şu cevabı veriyordu:

“Ben sessiz, ıssız yerleri hiç sevmem. Burada büyük bir şehrin gürültüleri var diye oturuyorum. Hele, geceleri el ayak çekildikten sonra oteldeki elektrik motorunun sesi yok mu, bana adeta ninni gibi geliyor.”

Abdülhak Hamit’in Beyoğlu’nda yaşamayı tercih edişinin sebeplerinden biri belki de sefahate düşkünlüğü ve gece hayatına alışkanlığı idi. Nitekim, bazı arkadaşlarla Tepebaşı’nda “Garden Bar” a gidişlerimizde ona sık sık rastgeldiğimiz olurdu. Önce, yanına yaklaşmaya cesaret edemeyerek uzaktan seyrine dalardık: Şair-i Azam, vakit henüz pek geç değilse, Süleyman Nazif ve Süleyman Nesip* gibi birkaç hayranıyla birlikte içki içip sohbet etmekte ve vakit bir hayli geciktikten sonra ise “Cemşidi koyar bu halk merakte-Meyhane yıkıldı mest ayakta” mısralarının ifade ettiği hale kendi durumuyla örnek vermek istercesine-önünde bir viski kadehiyle tek başına kalmakta, bakışlarını durmadan bar kızlarının üzerinde dolaştırmaktaydı.

Hemen hepsi Fransa’dan getirilmiş o kızlar birbirinden güzel görünürdü bize. Ama, bunlar arasında Mariette adında bir dansöz vardı ki, gerek sahnede oynarken, gerek ortada dolaşırken yüreğimiz ağzımıza gelir gibi olurdu ve uzaktan baktığımız zaman Hamit’in de en ziyade onun ilgilendiğini sezerdik. Bu yüzden Mariette’in değeri gözümüzde bir kat daha artardı.

Bir gece, ne yapıp ne edip ve hepimizin cebinde ne varsa bir araya getirip onu masamıza çağırmak cüretinde bulunduktu. Fakat kızcağız, bizim yanımıza gelmek üzere kırıta kırıta yürürken bir de ne gördüktü! Hamit Bey’in masası önünde duraklayıp kalmasın mı? Hamit Bey, oturduğu yerden ona bir şeyler söylüyor, o da “ben şu masaya angajeyim” demek ister gibi eliyle bizim tarafı gösteriyordu. Şair-i Azam monoklunu taktı; Mariette’i bileğinden tutmuş olarak uzun uzadıya bulunduğumuz noktaya baktı. Bizi gördü mü, görmedi mi? Gördü ise tanıdı mı, tanımadı mı? Bilmiyorum. Tanımamış olacak ki, bizi hiçe sayarak bileğinden tuttuğu kızı çekip yanına oturtmuş ya da tanımış olacak ki, biraz sonra Garden Bar’ın başgarsonunu gönderip bizi masasına davet etmişti.

Herhalde, bu hadise, öyle karışık bir durum yaratmıştı ki, hepimiz şaşırmış kalmış ve birer somnabul şuursuzluğu içinde üstadın masasına gitmiştik. Üç kişiydik ve Mariette’le birlikte, o saçlı sakallı “muhteşem”ihtiyarın çevresinde herkesin dikkatini çeken acayip bir daire teşkil etmiştik. Ona, kızını, oğul veya torunlarını (çünkü aramızda bol bol kırk yıllık bir yaş farkı vardı) etrafına toplanmış bir baba, bir büyükbaba, bize de bir aile reisinin sofrasında oturan çocuklar denilemezdi.

Abdülhak Hamit Tarhan

Biz, arada bir:

“Üstad, Auteuil (Otöy)de, Lak’ta da Fransız dilberleriyle böyle mi vakit geçirirdiniz?” diyor ve şu şiirini okuyorduk:

Üç <> üzre kenar-ı <>de

Bir gece hep Otöy’e gitmiş idik,

Seyr-i mehtaba dalıp gülşende

Ne safalarla sabah etmiş idik...

O ise, bizi kah işitmemezlikten geliyor; kah tatlı uykusundan uyandırılan bir adamın mahmur ve karık sesiyle <> diye söyleniyordu. Bunun üzerine hep bir ağızdan Dianeliklerim’deki şu mısraı tekrar ediyorduk:

Lak’ta, Kaskat’ta anınla randevular var idi…

Lakin, Hamit Bey, bize artık cevap vermeye bile lüzum görmüyor, Mariette’in kulağına bir şeyler fısıldıyor; Mariette ise kıkır kıkır gülüyordu.

İşte o gece, biz de Garden Bar’da böylece “sabahı etmiş idik ” İş bununla kalsa iyi… Fakat, Şair-i Azam bizi “haibü hasir” bırakarak Fransız güzeliyle birlikte sallana sallana çıkıp gitmiş idi. Nereye? Ne yapmak için? Bunu, önümüzdeki gecelerin birinde Mariette’e sormuştuk:

“Seni alıp götürüyor. Ya sonra ne oluyor?”

Ve Mariette şuh bir kahkaha atarak:

“Mais, qu’est que vous eroyez, mes petits Messieurs? İl est un tigre” (Ne sanıyorsunuz, Küçük Beyler? O bir kaplan) demişti.

Fransız kızının bu sözünü, elli üç yıl sonra bile hala kelimesi kelimesine Fransızca olarak hatırlayışıma göre anlaşılıyor ki, bende pek derin bir tesir bırakmıştır. Neden mi, diyeceksiniz? Biz yaşta bir kızın altmış beşlik bir adamdan “kaplan” diye bahsedişinin ve bunu söylerken bir de bu sözüne “Mes petits Messieurs” hitabını katışının delikanlılık gururumuza ne kadar dokunmuş olduğunu burada açıklamaya hacet yoktu sanırım.

Kaldı ki, bunu söyleyen kız, kaç zamandır, uğrunda nice uykusuz geceler geçirdiğimiz güzel, şuh ve işveli Mariette idi. Ve bu yüzden, -neden itiraf etmeyeyim- Mariette’in bende uyandırdığı kıskançlık yüzünden Şair-i Azam, benim gözüme bir kaplan değil, o sıralarda müsveddelerinden bazı parçalar okuduğum Finten’deki Davalaciro’nun ta kendisi gibi görünmeye başlamıştı.

Fakat, bir gün gelecek, onun hakkında sevgili karısı Lucienne Hanım’ın ağzından işittiğim bazı sözler ve edindiğim bilgiler sayesinde Mariette’in kullandığı kaplan vasfının ne kadar yerinde olduğunu anlayacaktım ve Hamit Bey’le aramızdaki eski rekabet (!) çoktan silinip gittiği için onu Davalaciro’ya benzetmek asla aklımdan geçmeyecekti. Lucienne Hanım der ki: “Ben, Beyefendi’den başka iki kocaya daha varmış bir kadınım. Onların her ikisi de yaşça küfvüm*** (dengim) olan kimselerdi. Fakat, itiraf ederim ki, tanıdığım tek erkek Beyefendi’dir. Bütün ihtiraslarıyla aşk denilen şeyi yalnız onda gördüm.”


ARŞİV