Yaşar Kemal: Sarı Sıcak

Edebiyatımızın usta isimlerinden Yaşar Kemal’i kaybedeli 4 yıl oluyor. Çukurova ve Anadolu insanının macerasını anlatan onlarca eser yazan usta yazarın ilk kitabına adını veren “Sarı Sıcak” adlı öyküyü yayınlıyoruz

27 Şubat 2019 - 10:42

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak.  Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

YAŞAR KEMAL (6 Ekim 1923- 28 Şubat 2015)

Edebiyatımızın usta isimlerinden Yaşar Kemal’i kaybedeli 4 yıl oluyor. Çukurova ve Anadolu insanının macerasını anlatan onlarca eser yazan Yaşar Kemal ırgat kâtipliği, ırgatbaşılık, öğretmen vekilliği, kütüphane memurluğu, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük  gibi pek çok işte çalıştı.

Türkiye’de aldığı çok sayıda ödülün yanı sıra yurtdışında aralarında Uluslararası Cino del Duca ödülü gibi yirmiyi aşkın ödül alan usta yazarın ilk kitabına adını veren “Sarı Sıcak” adlı öyküyü yayınlıyoruz.  “Sarı Sıcak” son olarak Yapı Kredi Yayınları tarafından basıldı.

SARI SICAK

Çocuk : “Anam,” dedi, “anam, yarın sabah gün ışımadan uyandır beni.”

“Gene uyanmazsan?”

“Uyanmazsam iğne sok etime. Saçlarımı çek. Döv beni.”

Soluk yüzlü, ince kadının kara gözleri sevinçli bir ışıltı içinde kaldı.

“Ya gene uyanmazsan?”

“Öldür beni.”

Kadın var gücüyle çocuğu kucağına alıp, bağrına bastı.

“Cannn!” dedi.

“Uyanmazsam...” Çocuk düşündü. Birden : “Ağzıma biber koy,” dedi.

Anası yeniden, aynı sevecenlikle, gözleri yaşararak onu bağrına basıp öptü.

Çocuk boyuna yineliyor:

“Bak uyanmazsam ağzıma biber koy ha!..”

Ana : “Can!” diyor.

“Biber çok acı olsun.”

Şımanyor, tepiniyor, ara vermeden boyuna haykırıyor :

“Acı biber, kırmızıbiber... Bir yaksın ki ağzımı... Bir yaksın ki... Hemencecik...

Hemencecik uyanayım.”

Anasının elinden kurtuluyor, o hızla çardağa çıkıp yatağa giriyor.

Bunaltıcı bir yaz gecesi... Gökte tek tük soluk yıldızlar, kocaman, testekerlek bir ay... Yatak ekşi ekşi ter kokuyor.

Yanına yönüne dönüyor. Sonra bir karar : “Sabaha kadar uyumam.”  Seviniyor.

Sabahleyin, anası “Osman,” der demez, hemen kalkıp boynuna sarılacak. Nasıl da şaşacak bu işe anası! Yatağın içinde sevinçle hopluyor. Sevinci bir an sönüverip, içine korku giriyor : “Ya uyursam.”

Kendi kendine hep yineliyor : “Uyumam. Uyumam, işte. Neden uyuyum? Ne var uyuyacak?”

Az sonra anası gelip yatağa, yanına uzanıyor. Okşuyor :

“Yavrum,” diyor, “uyudun mu?”

Osman hiç mi hiç ses çıkarmıyor. Anası kucaklayıp öpüyor. Osmanın içinden ılık ılık bir sevgi, aşka, dostluğa benzer ağlatıcı bir şeyler geçiyor. Sabahı bekliyor. Anası nasıl şaşacak. Aklı fikri, sabahleyin hemencecik uyanıp nasıl şaşırtacağında.

Ana uyumuş, Osman yatakta dönüyor. Gözkapakları ağırlaşıyor. Osman kendini öyle kolay kolay bırakmıyor.

 Bir an kalkıp derin derin soluk alan anasının yüzüne bakıyor. Yüz, ay ışığında bembeyaz parlıyor. Örgülü gür saçlar, şimdi daha kara görünüyor. Örgülü uzun saçlar, yastığın beyazlığında çöreklenmiş. Örgülerde pırıltı. Uzun zaman saça, bembeyaz yüze bakıyor. Sonra başı ağırlaşıp yastığa düşüyor.

Gece yarısı, ay çoktan aşmış, ortalık gündüz gibi apaydınlık. Çardağın altında yatan ineğin gevişi, dişlerinin gıcırtısı duyuluyor. Uyku iyiden iyiye bastırıyor. Uyuyuverecek. Dişini sıkıyor. Kollarını ısırıyor. Ne yaparsa yapsın, uyku bir su gibi dört yanını sarmış, boyuna yükseliyor. Kızıyor, sonra gülümsüyor. Kızıyor, gülümsüyor. Sabahleyin anasının boynuna sarılıyor. Kolları anasının boynunda...

Ay, batıdaki ovaya doğru inmiş, bir ucu toprağa değecek gibi. Neredeyse kızarıp batacak.

Doğudaki dağların arkasından ince, ak bir ışık kümesi fışkırırcasına usuldan usuldan dağların tepeleri ağarıyor. Köyün sığırları böğürmeye, köyde her şey canlanmaya başladı. 

Ana diz çöküp çocuğun üstüne yumulmuş, kımıldamadan bakıyor. Çocuğun başı yastıktan yana kaymış, boynu ipincecik, yüzü sarı. Çocuk soluk bile almıyor. Küçücük yüzü, alacakaranlıkta hayal meyal... Ana durup durup içini çekiyor...

Çocuk bir ara bir kolunu çıkarıp dışarı atıverdi. Kol bir başparmak kalınlığında ancak var. Derisi kemikten dökülecekmiş gibi kırış kırış... Ananın gözü kola takıldı kaldı. Sonra, derinden “Of!” dedi, “yavrum ooof...” ; Kımıldadı. İki yanına sallandı. Çocuğun yanından kalktı. Ay, gölgesini huğun sazlarının üstüne düşürüyordu.

Ana hışımla, “uyandırmam” dedi. “Uyandırmam. Acımızdan öleceksek de ölelim.

Bir çocuğun çalışmasından ne olur?”

Gözleri incecik kolda. Şimdiye kadar, çocuğun bunca zayıf olduğunun farkına neden varmadığına şaşıp kalıyor.

“Acımızdan öleceksek de ölelim.”

Uzun, örgülü saçını ağzına alıp hırsla çiğnedi.

Aşağıdan kocası bağırdı :

“Gene uyanmadı mı?”

Kadın, okşar, yalvarır bir sesle : “Ne istersin çocuktan?” dedi. “Daha parmak kadar. Kemikleri kırılacak, öyle ince işte...”

Koca huysuzlandı : “Bugün mutlak uyanmalı. Uyanmalı diyorum sana! Çalışsın, alışmasın tembel. Çocuklukta pişmeli.”

Kadın, mırıltı halinde, korka korka : “Kolu öyle ince ki...” dedi.

Çocuğun başına varıp durdu. Gönlü bu tüy gibi hafif çocuğu uyandırıp, bu çatır çatır sıcakta, işe göndermeye razı olmuyordu.

Aşağıdaki huysuz ses : “Uyandır onu,” dedi. “At tokadı. Söz verdik Mustafa Ağalara. Bu gece yarısı nereden çocuk bulurlar sonra?”

Kadın : “Herif,” dedi, “hiç yüreğim götürmüyor. Bir ince ki... Onun çalışması bizi zengin mi edecek?”

Erkek : “Şimdiden çalışmaya alışmazsa...” dedi.

Kadın çocuğun saçlarını okşadı. Usuldan : “Osmanım,” dedi, “Osmanım, kalk. Yavru kalk. Gün ışıdı Osmanım.”

Çocuk inledi. Yavaşça bir yandan bir yana döndü. Osmanım, yavrum! Gün işiyor...”

Çocuğu omuzlarından tutup kaldırdı. Öylesine yavaş tutuyordu ki... Sanki kırılıp dökülecek... Yatağına geri yatırdı.

“Uyanmıyor işte, uyanmıyor. Öldürüyüm mü?”

Hızla çardaktan aşağı indi. Çardak beşik gibi sallandı.

Erkek köpürdü : “Allah senin de belanı versin, onun da... Uyanmıyormuş!”

“Uyanmıyor işte napayım!”

Erkek sertçe merdivenlere atladı. Çardağa çıktı, hınçla çocuğun iki kolundan tutup kaldırdı. Çocuk, bir tavşan yavrusu gibi, elinde asılı kaldı. Uyku sersemi çırpınıyor, “ana ana” diye bağırıyordu. Adam çocuğu çardaktan aşağı indirip kadının önüne atıverdi. Çocuk avlunun tozları içine serildi. Kadın çocuğuna baktı baktı:

“Allah kimsenin yavrusunu, kimsenin eline koymasın,” dedi. Çocuğu yerden hızla kapıp bağrına bastı. Çocuğun gözleri kocaman kocaman açılmış, şaşkınlıkla bakıyordu. Götürüp soğuk suyla yüzünü yıkadı.

Kendine gelen çocuk : “Ana!” dedi.

“Can!”

“Ağzıma kırmızıbiber mi koydun?”

Bu sırada Mustafa Ağanın arabası gelip evlerinin önünde durdu.

“Osman...”

Osman koşa koşa gidip, arabaya atladı. Sevinçten taşıyor, türküler söylüyordu.

Ana, Mustafa Ağalara gündeliğe giden Zeynebi bir kenara çekip : “Kurban olayım Zeynep, Osmanı kolla, çocuk... Bir deri bir kemik...” dedi.

Zeynep: “Korkma bacı, Osmanı incitir miyim hiç?”

Tarlaya geldiler. Daha gün doğmamış... Orak makinesinin düzgün sıraladığı desteler çiyli... Ot ve ıslak ekin kokusu... Kızağa atı koşup, desteleri yüklemeye başladılar. Kızakta çift yerine tek at koşulu... Atın başını Osman çekiyor, kızak dolar dolmaz, kuş gibi, harmana götürüp getiriyor...

Kızağı yükleyenler arada Osmana takılıyorlar.

“Nasıl, Osman?”

“Yaşa, Osman!”

Osman seviniyor... Derken, kıpkırmızı bir ateş yuvarlağını andıran güneş karşı dağların ardından çıktı... Ekin saplarından, destelerden usul usul, incecik, gözle görülür görülmez bir buğu yükseliyor. Gökte parça-parça ak bulutlar dönüyor...

Osman, harmanla desteciler arasında mekik dokuyor. Osman canlı, dipdiri.

Zeynep, ikide bir : “Ha Osmanım. Aslan Osmanım...” diye Osmanı okşuyor.

Gün tepeye doğru yekindi. Ortalık ışığa boğulmuş... Topraktaki ekin saplarına, destelere vuran gün şavkıyor... Işıltılar iplik iplik sönüyor. Binlerce, yüz binlerce, birbirine dolanmış ışık ipliği uçuşuyor. Destecilerin yüzleri toza bulanmış, yüzlerden oluk oluk ter süzülüyor. Dört bucağa ateş düşmüş yanıyor. Osman kararmış, yüzü biraz daha incelmiş, kocaman gözleri kısılmış... Gömleğinden de ter fışkırmış...

Sabahki canlılık!.. Şimdi Osman yürürken ayakları birbirine dolaşıyor.  Neredeyse düşüp atın ayakları altında kalacak... Osman tutuyor kendisini.

Toprak da kızgın demir gibi. Osman her ayağını basışta bir sıçrıyor. Bu yüzden yürüyüşü bir acayip.

Kızak gelinceye kadar, desteci kadınlar, ağızları yukarı, destelerin üstüne, güneşin alnına yatıp yorgunluklarını çıkarıyorlar.

Osman boyuna gökyüzüne bakıyor... Bir parça bulut... Bazen bir ak bulut gölgesi, üstlerinde bir an kalıp geçiyor... Gözler bulut gölgesinin arkasında...

Gün tepede... Ekin sapları çatırdıyor. Yarılmış, kızgın toprak, Osmanın ayaklarının altında... Osmanı habire hoplatıyor. Canını dişine takmış Osman. Alttan yanıyor, tepeden yanıyor. Ciğerine kızgın bir demiri sokuyorlar gibi...

Sıcak... Dünya kamaş kamaş... Göz açıp on metre ileriye bakılmıyor.

Zeynep deste yüklerken Osmana dönüp baktı. Baktı ki Osmanın bacakları zangır zangır titriyor.

“Osman,” dedi. “Osman... Osmanım, böyle yaya gidip gelme. Seni atın üstüne bindireyim.”

Kaldırdı atın üstüne koydu. Osman atı sürdü. Daha bacaklarının titremesi durmamıştı. At üstünde gitti geldi. Zeynep uzaklarda deste yapıyordu. Attan atlayıp Zeynebe doğru yürüdü.

Zeynep :

“Neden atı bıraktın Osman? Ya kaçarsa?”

Osman yanına yaklaşıp elini tuttu :

“Bak,” dedi, “Zeynep teyze, ben büyürsem var ya, sana altın küpe alacağım.”

Koşa koşa atın başına döndü.

Sıcak boğucu... Yel esmiyor, ufacık bir fisilti bile yok. Atın üstünde Osmanın bacakları ağrıdı. Tutmaz oldu. Neredeyse düşecek... Gözü dört bir yanı görmüyor. Osman atı sürmüyor, at kendisi gidip geliyor.

Derken öğle paydosu. Sıcağın altında yemek... Kan gibi ılık su. Zeynebin tüm yalvarıp yakarmalarına karşın Osman ağzına bir lokma ekmek bile koymadı. Boyuna su içti...

Zeynep akıl etti de başına bir kova su döktü. Çocuk ondan sonra artık kendisine gelebildi.

İşe kalkarlarken Zeynep : “Osmanım,” dedi, “sen git otur gayrı. Atı başkası götürsün.”

Osman : “Olmaz, Zeynep teyze,” dedi, “ben götürürüm. Hiç yorulmadım.”

Atı elinden alınca Osman oturup hüngür hüngür ağlamaya, “Ben yorulmadım. Vallahi yorulmadım,” demeye başladı.

Bir kocakarı : “Bindirin ata şunu... Düşsün de atın ayağının altında parçalansın it eniği!” dedi.

Osman :

“Vallahi düşmem, billahi düşmem. Ben yorulmadım ki!” Bindirdiler. Bindirdiler ya, Osmanın üç dönüşten sonra başı dönmeye başladı. Kendini sıkıyor.

Bir an geldi, atın üstüne boylu boyunca uzanıp yelesine ellerini doladı. Zeynep işin farkına varıp atın üstünden Osmanı aldı. Osman kendinde değildi. Götürüp bir destenin üstüne yatırdı. “Yavru,” dedi, “yavru. Ne de inatçı...”

Sonra Zeynep gene su getirip başına döktü. Güneşe karşı durup gölge etti. Osman neden sonra ayıldı. Akşama, iş paydos edilinceye kadar, Zeynebin koyduğu destenin üstünde, bomboş gözlerle, bir topak olup çalışanlara baktı. Utancından başını yerden kaldıramıyordu.

Paydosta Zeynep Osmanın elinden tutup arabaya bindirdi. Çocuk yumuşacık bir külçe gibiydi.

“Osmanım,” dedi, “bugün sen çok iyi çalıştın. Mustafa Ağa hakkını fazlasıyla verecek...”

Osman şaşırarak : “Verir mi ki?” diye sordu.

“Sen çok çalıştın.”

Osman canlanır gibi oldu.

Tüm aile toplanmış, dışarda, kapının önünde yemek yiyor. Ötede araba, arabaya bağlı atlar. Atlar başlarını taze ota sokmuş, hışırtıyla, sanki otu sömürüyorlar. Ortalığı taze bir ot kokusu almış...

Karanlık perde perde iniyor. Atların az ilerisinde de Osman. Tarladan geldiğinden beri dikilmiş duruyor. Sabırsız, gözü yemek yiyenlerde. Yemek yiyenler Osmanın farkında değiller. Osman bekliyor. En sonunda sabrı tükenip öksürüyor. Osman dört dönüyor. Yerden bir çubuk alıp gürültüyle kırıyor. Yemek yiyenler oralı değil. Sonra Osman kırdığı çubukla tozlara daireler, çizgiler çiziyor. Çubuğu olanca gücüyle toprağa sürtüyor. Çubuğun toprağa sertçe sürtülmesinden çıkan sesler... Osman muradına eremiyor. Yemek yiyenler konuşup gülüşüyorlar. Osman sinirleniyor. Habire çubuğu toprağa sürtüyor. Yaptığı çizgileri ayaklarıyla geri kapatıyor. Çubuğun ucu toprakta... Osman koşa koşa çubuğun etrafında dönüyor. Sonra yemek yiyenleri unutup kendini salt oyununa kaptırıyor... Çiziyor, çiziyor, kapatıyor.

Birden bir ses... Çubuk elinden düştü. Donakaldı. Bırakıp kaçacak, kaçamıyor.

Mustafa Ağanın karısı hayretle :

“Aman,” dedi, “Osman! Osman bu... Gel Osman!”

Osman yerinden kımıldamıyor.

“Gel Osmanım, otur da yemek ye!”

Osman aldırmıyor, susuyor.

“Seni anan mı gönderdi?”

Osmanın başı yerde. Kaldırmıyor.

“Sen tarladan gelince eve gitmedin mi yoksa deli oğlan? Anan seni şimdi arar, merak eder.

Kocasına eğilip bir şeyler söyledi. Sofradakiler gülüştü. Osmanın içinden boyuna kaçmak geçiyor. Geçiyor ya, yerine mıhlanmış gibi.

Mustafa Ağa : “Bakın hele şu bana, Osmanın hakkını vermeyi unutmuşum...” dedi, kesesini çıkarıp Osmana bir yirmi beşlik uzattı. Osman kaşla göz arası parayı kaptı.

Bir “Aloooş...” çekip, fırladı.

Koşa koşa eve gelip soluk soluğa anasının boynuna atıldı.

“Al!..” dedi.

Ana, yirmi beşliği üç kez başında döndürüp dudağına götürdü.


ARŞİV