YILMAZ GÜNEY (1 Nisan 1937- 9 Eylül 1984)
Adana, Yenice doğumlu Yılmaz Güney (Pütün), gençlik yıllarından itibaren kısa hikâyeler yazmaya, senaristliğe ve oyunculuğa başladı.
1955 yılında yazdığı olduğu bir öykü nedeniyle 1961 yılında 18 ay hapis ve altı ay sürgün cezasına çarptırıldı. 60’lı yıllarda oyunculuk yapmaya başladı. 1970’li yıllarda roman, senaryo ve yönetmenlik alanlarında Yılmaz Güney’in en verimli dönemi oldu. Yapıtları yurt içinde ve yurt dışında büyük yankılar uyandırdı, ödüller kazandı.
Siyasi görüşleri ve eylemleri gerekçe gösterilerek 72-74 arasında cezaya çarptırılan Güney, 1974’te Selimiye Cezaevi sonrası Arkadaş filmini yaptı. Eylül 1974’te tekrar cezaevine dönen Güney, 1980 darbesi sonrası, yazılarından ötürü çeşitli davalara maruz kalarak, 100 yıla yakın hüküm yedi. Son olarak 1981’de hapisten kaçarak yurt dışına çıktı, 1984’te Paris’te hayatını kaybetti.
Yeşilçam sinemasının tanışık olmadığı bir gerçekçiliği beyazperdeye taşıyarak Türkiye sinemasında kalıcı bir iz bırakan Yılmaz Güney, Boynu Bükük Öldüler isimli romanı 1972 yılında ilk Orhan Kemal Roman Ödülü’nü aldı. Senaryosunu yazdığı ve Şerif Gören’in –Yılmaz Güney’in hapishaneden direktifleriyle– yönetmenliğini üstlendiği Yol filmi 1982’de Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazandı; 1970 tarihli Umut SİYAD tarafından yüzyılın en iyi Türk filmi seçildi. Yılmaz Güney’in İthaki Yayınları tarafından okurla buluşturulan Hücrem isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
DİRENÇ, DİRİLİŞ ve ÇÖKEN
Gözlerimi açtıklarında Selimiye’nin avlusundaydım. Kontrgerilladan geliyordum. Dünyaya bakışımı, toplumsal ilişkilerdeki burjuva bağımlılığımı, mücadele anlayışıma egemen sayısız eksikliklerimi, yetmezliklerimizi bilince çıkaran günler geçirmiştim orada. Yeni korkular yaşamış, yeni duygular kazanmıştım, değişimin ilk adımlarını atmıştım orada.
Aylardan marttı. Güneşli bir gündü. Kollarım kelepçeliydi. Beyaz bulutlu mavi gökyüzüne baktım. Artık gökyüzünü, güvercinleri, ağaçları ve daha bir yığın şeyi, parmaklıkların, tel örgülerin ardından görecektim.
Sağımda, solumda, arkamda süngülü askerler vardı. Sessizdi karanlık koridorlar; serindi, rutubet kokuyordu. Ayak seslerimiz yankılanıyor, yankıları boğuluyor. Hücrelerin önünden geçiyorduk. Hücre kapılarında içeridekilerin adları yazılıydı.
(…)
Hayatımın üçüncü hücresi oluyordu. Ya ben kaçıncı hücresiydim bu hücrenin? Ben, hem gelişeni hem de gelişmeyi önleyeni taşıyordum içimde. Gelişmeyi önleyen sınırlarım, gelişen hücresi mi oluyordu?
Soluk aydınlığı hücreyi doyurmayan bir ampul, demir bir karyola, kıtık dolu kirli bir yatak, kalın demir parmaklıklı küçük bir pencere… Bu pencere hangi özlemlerin, düşüncelerin, acıların üretimine ortak oldu bugüne dek? Kimlerin aklına silinmez izler işledi? Benim aklıma neler kazınacak?
Çocuk sesleri duyuyordum. Koşuyor mu, top mu oynuyor o çocuklar? Şen, canlı, birbirlerine kızan hırçın bağırtıları içime doluyor. O çocuklar büyümeyecekler mi bir gün? Bozuk düzenin acımasız çarklarında, değirmenlerinde, bozuk burjuva düzenine karşı eğitilmeyecekler mi? Ve yine bir gün, o çocuklar, çocukluk günlerini anarken, devrimcilerin hapsedildiği Selimiye’nin duvarları dibinde, her şeyden habersiz oynadıklarını, neler duyarak, nasıl anlatacaklar? Ve tanıdık seslerini uzun bir zaman aklımda tuttuğum Selimiye’nin çocuklarıyla bir gün karşılaşabilecek miyiz?
(…)
Hücre deliğinden nöbetçinin yüzünü görüyordum. Esmer, yorgun bir yüz. Gözlerini bir noktaya dikiyor, kıpırdamadan bekliyordu. Her gördüğüm şey, derin, yoğun izler bırakıyordu beynime. Şeylerle buruk, doğurgan bir ilişki kuruluyordu aramda. Duvar, kapı, şu karanlık, farklı özellikler taşıyordu. Bir asker, yalnızca nöbet beklediği şu anın askeri değildi benim için. Yıllık peynir, et, yağ, süt, yumurta, bal, kaymak üretiminden, ulusal gelirden payına düşeni ve gerçeğini de düşündürten, yoksul halkımın milyonlarından biriydi. O benim için, toprak demekti, emek demekti. O benim için Anadolu’nun dağları, ormanları, bozkırı, yoksulluğu demekti. Askerlerin yüzünden, halkımın yüzyıllardır süren geleneksel acılarını, ezikliklerini görüyordum. Harçlığı var mı, geliri mi mektubu, evli mi, nişanlı mı, sözlü mü? Neler özler, neler kurar, kaç ayı, kaç günü var önünde? Benim için neler geçirir aklından, nasıl anlatacak gittiği yerde bu günleri, anarşistleri, komünistleri? Bu ve buna benzer şeyler kuruyordum. Göz göze gelmekten ürküyor olmalıydı; bakınca gözlerini kaçırıyordu benden.
Ellerim cebimde, başım önümde, bir duvardan bir duvara adım seslerimden etkilenerek volta atıyordum. On adımdı hücremin boyu. Eni de beş adım. İçimde biriken gelişen duygunun adını açıklayamıyordum kendime. Üzüntü değildi adı, üzülmüyordum. Sıkıntı da değildi. Herhangi bir rahatsızlık da duymuyordum. Şikâyetçi de değildim halimden. Yürüyordum ve duvarlara, tavana, ara sıra da pencereye, küçük ota bakıyordum. Kayıtsız mıydım; neye karşı kayıtsızdım? Bir çeşit teslimiyet olabilir miydi? Yoksa bilinmeyeni beklemenin tedirgin, acemi direnci miydi benimkisi? Her zorluğa peşinen göğüs germeye hazır olmanın verdiği bir umursamazlık mıydı yoksa? Darbeyi soğukkanlı karşılamak ve yeni koşullara uymak mıydı?
Hücre kapısına, daktiloyla yazılı bir talimat yapıştırılmıştı. Burada nelerin yapılması, nelerin yapılmaması gerektiği anlatılıyordu. Hücre deliğine yaklaşmak yasaktı. Şarkı, türkü söylemek, kendi kendine konuşmak, askerlerle, subaylarla konuşmak yasaktı. Hücrenin temizliğinden hücrede kalan sorumluydu. Erkenden kalkılacaktı. Buna benzer bir yığın emir ve imza.
Zor, geçirilmesi, yaşanması gereken zor günler başlıyordu.
(Syf 14-18)
YENİCE’NİN ATLARI
Çocukluk günlerim, anamın acıklı, türkülü masallarıyla hikâyeleriyle doludur. Yenice’den, o uzun kış geceleri, masal anlatsın diye zengin evlerine çağırırlardı anamı. Anam, beni ve benden iki yaş büyük bacımı da götürürdü. Kadınlar, çocuklar bir odaya doluşur, anamı dinlerdik. Herkesi ağlatırdı anam. Biz de ağlardık. Masal kahramanlarının ağzından türküler söylerdi anam, dokunaklı ve etkili.
Zengin evlerinde bize, ceviz, kızılcık kurusu, pestil verirlerdi. Ben bunların bir kısmını yer, bir kısmını da kan kardeşim İsmail’e götürürdüm. Kara kuru bir çocuktu İsmail. Dişleri kapkaraydı. Sekiz yaşlarındaydık. Ben ve İsmail Yüreğir ovasında, Yenice’nin iki küçük atıydık. Varlıklı çocukların atı olurduk ikimiz. İpleri renkli kağıtlarla süslenmiş gemlerimiz vardı. Akşamları okuldan çıkınca, at olur uçardık; ben ve İsmail. Çocuklar yorulup evlerine gidince ikimiz kalırdık. Ben onun atı, o da benim atım olurdu, sırayla. Akşamları at olur uçardık Yenice’de. İkimiz de dal gibi inceydik. İsmail hepimizi, bütün atları geçerdi; hep birinci olurdu. Bir gün, sonuncu geldiğim için, atı olduğum çocuk beni dövdü. Çok dokunmuştu bu İsmail’e. Ben ağlıyordum sümüğümü çekerek. Çocuklar bırakıp gitmişti bizi. Duvarın dibinde akşam serinliğinde yalnızdık. İsmail gözlerini uzaklara dikmiş, suskun bekliyordu.
“Bir daha kimsenin atı olmayalım,” dedi bana.
O güne dek, hep başkalarının atı olurduk. Bizim hiç atımız olmadı birbirimizden başka. Düşündük, karar verdik. Kimsenin atı olmayacaktık artık.
Fakat sözümüzde duramadık. Bizi dövdü çocuklar. Korkumuzdan yine at olduk onlara.
“Şimdi çocuğuz,” dedi İsmail, “Ama bir gün büyüyeceğiz, kocaman olacağız. İşte o zaman atı olmayacağız kimsenin.”
Büyüyünce kimsenin atı olmayacaktık.
Bir yıl sonra İsmail öldü. Su toplamıştı karnı. Öküz arabasıyla acele Adana’ya götürmüşlerdi; hastaneye. Kurtulamadı, öküz arabasıyla getirdiler ölüsünü. Onu, köyümüzün küçük mezarlığında, küçücük bir mezara gömdüler. Eski bir tahta diktiler başucuna, helvasını dağıttılar. Anası çok ağladı İsmail’in. Ben de çok ağladım. Ve ona söz verdim.
Büyüyünce kimsenin atı olmayacaktım.
İşte benim savaşım İsmail’in ölümüyle başlar. Yoksul çocuklar kimsenin atı olmasın diye de sürer gider. Ve İsmail bütün dünyanın ezilmiş, yoksul çocukları adına yaşar, büyür içimde.
(Syf 24-24)
CEZAEVİ GÜNLERİ
O demir, taş ve beton yığını neler bıraktı bilincime? İki yılımı paylaştığım arkadaşlarım, demir kapım, pencerem, hapishane yollarında büyüyen oğlum, binbir sıkıntıyı kucaklayan yiğit karım, ben çıkana dek ölmemeye kararlı anam, sıkıyönetim mahkemeleri, kelepçeler neler bıraktı bilincime?
Geçtiğim her duraktan, her konaktan bir şeyler katılmıştır bana. İnsanın mayalanmasında büyük payı olan olaylar vardır. İz bırakan, değişime zorlayan olaylar. İnsana yetmezliği, yetersizliğini duyuran, kendine duyduğu saygıyı yitirten, kendi gerçeğini bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren olaylar…
Kontrgerillada başlayan sarsıntı, kırk gün hücrede kendimle cebelleşmem, kendime bakarken cesur olmam gerektiğini öğretti bana. Kendime bakarken acımasız olmalıydım. Cezaevi öncesi tutum ve davranışlarım, her ne kadar iyi yanları, inancı namusluluğu içinde taşıyor idiyse de, eksiklik ve yanlışlık dolu yanı daha ağır basıyordu. Bir gece beni alıp götürdüklerinde, bir yığın zaaf taşıyordum içimde, cesur da değildim.
Evet… Cezaevi günlerim benim için yeniden doğuş olmuştur.
(Syf 35-36)
KAHPELER VE YİĞİTLER
O günlerin zorluklarını, yoğun ve çok yönlü acılarını en çok karım yaşadı. Özellikle darbenin ilk günleri çok üzgündü. İnsanların bu denli kahpe, ikiyüzlü olabileceklerine aklı ermiyordu. Bir zamanlar yanımızdan ayrılmayan, günde üç beş kez bizi arayan bir yığın adam, tehlikeyi sezen fareler gibi uzaklaşmışlardı gemiden. Ardımızdan ileri geri konuşanlar, “Bir daha çıkamaz,” diyenler, “Asılmalı” diyenler vardı.
Dostumuz, düşmanımız vardı. İçeriye düşmüş olmamızdan sevinç duyanlar, rakı kadehlerini “içeride oluşumuzun şerefine” kaldıranlar vardı. Elimiz kolumuz bağlı olduğundan, bizi alçakça sömürenler, kendilerine gösterdiğimiz güveni kötüye kullananlar vardı.
İnsanı ayakta tutan kinler, öfkeler, inatlar vardır. Aşılmaz engelleri aşırtan duygular vardır. İşte ben o duygularla beslendim Selimiye’de, o duygular kan oldu damarlarımda, kan!
En büyük desteğim karımdı, can yoldaşım, yiğit karım… Ona bir mektupta şöyle yazmışım: “Bekle sevgili! Yılmadan, usanmadan bekle! Boyun eğmeden, aslanlar gibi bekle! Gözünde hüzün, gönlünde keder olmasın. Üzülsen de üzüntünü kimse bilmesin.”
Bir başka mektupta…
“Çözümlenmesi güç bunalımlarla, zorluklarla karşılaşabiliriz. Maddi ve manevi yıkıntılara uğrayabiliriz. İşimizi kaybedebiliriz, ağır cezalar yiyebiliriz. Herkesin kaçtığı uzaklaştığı kişiler olabiliriz. Yapayalnız kalabiliriz. Her ne olursa olsun bileceğiz ki hiçbiri bizim için önemli değildir. Hiçbir şey yarına, güzel günlere duyduğumuz umudu kıramayacaktır. Sevgimiz, inancımız, bütün güçlükleri yenecektir, yenmelidir!”
(Syf 39-40)