Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazı ve öyküler sunabileceğimizi umuyoruz.
YUSUF ATILGAN (27 Haziran 1921- 9 Ekim 1989)
Yaşamının bir bölümü Kadıköy’de geçen Yusuf Atılgan 1921’de Manisa’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitiren Atılgan bir dönem öğretmenlik yaptıktan sonra 1946’da Manisa’ya yerleşip çiftçilikle uğraştı.
1955 yılında Tercüman gazetesinin açtığı öykü takma isimlerle ve birden çok öyküyle katılan yazar, “Nevzat Çorum” adıyla yazdığı “Evdeki” öyküsüyle birinci, “Ziya Atılgan” adıyla kaleme aldığı “Kümesin Ötesi” öyküsüyle de dokuzuncu oldu.
1976 yılında İstanbul’a gelen Atılgan, 1980’den sonra Milliyet Yayınları’nda danışmanlık ve çevirmenlik, Can Yayınları’nda redaktörlük yaptı. Üzerinde çalıştığı Canistan adlı romanını tamamlayamadan kalp krizi sonucu Moda’daki evinde yaşamını yitiren yazarın Anayurt Oteli 1987’de Ömer Kavur tarafından aynı adla sinemaya aktarıldı.
Yusuf Atılgan’ın Can Yayınları tarafından baskıya hazırlanan “Bütün Öyküleri” kitabından “Kümesin Ötesi” isimli öyküyü okurlarımızla paylaşıyoruz.
KÜMESİN ÖTESİ
Kendimi bildim bileli öteki dört tavuk, bir horozla hep bu daracık avludayız. Çevremizi bana pek yüksek gelen yapılar, duvarlar kuşatıyor. İki kapı var bu avluda. Birisi gelip geçen insanlar, arabalar, beni hem korkutan hem meraklandıran seslerle dolu sokağa bakanı. Bu kapının açıldığını görmedim hiç. Arkasında kocaman bir palamut kütüğü dayalı. Öteki, yapılardan yana olanı. Her gün iki üç kere açılıyor; genç bir kadın bize yem atmaya geliyor. Akşamları bizi kümese kapıyor. Kümes küçücük, ama yetiyor bize. Gecelerden birinde dışarda hızlı geçen bir arabanın gürültüsüne uyanıyorum. Kümes titriyor, biz ürperiyoruz; korkulu sesler çıkarıyoruz. Bütün gün bizi döven, kovalayan horoz da korkuyor; farkındayım. Sevmiyorum bu horozu. Hepimiz korkuyoruz ondan. Sabaha karşı acı acı, ince bir sesle ötüyor. Uzaklardan başka horoz sesleri de geliyor. Daha güzel daha tatlı geliyor bana bu sesler. Merak ediyorum bu uzak horozları. Nasıllar, neredeler, bu duvarların ardında ne var? Bütün gün içimde hep bu merak öteki tavuklarla kavga ediyorum.
Daracık kümesten fırladığımız saat günün en iyi zamanı. Kimi günler genç kadın bizi bağırta çağırta teker teker bırakıyor kümesten. Elinde bir makas, kanadımızdan tüyler kesiyor. Uçup da kaçmayalım diye olacak, diyorum. Eskiden çok korkardım bu makastan. Kadından da korkardım. Gene de biraz korkuyorum ondan. Oysa iyi bir insan. Sabahları yem yerken bizi seyrediyor. Bitirdik mi bir avuç buğdayı bize uzatıyor. “Geh, geh” diyor. “Gelin de avucumdan yiyin, gelin.” Biz, hepimiz de açgözlü, ama yanaşmaktan korkarak öyle, tetikte, güvensiz bekleşiyoruz.
Bir gün horozdan kaçarken doymamış, kadına korka korka hepsinden çok yaklaştım. “Gel, gel, korkma” dedi. “Gel bak ne güzel, iri buğdaylar. Gelsene!” İki adım daha attım, bana uzanan avuçtaki buğdayları gagaladım. Kadın öteki eliyle beni tuttu. Başımı, tüylerimi okşadı. Ben içimde bir tedirginlik, bir güvensizlik, yüreğim küt küt, şaşırmış, öylece durdum. Bu güvensizlik, bu yürek çarpıntısı neden bilmem?
Artık her gün sabahları kadın bana avucunu uzatıyor. Ötekilerden ayırıyor beni. “Gelsene beyazcık” diyor. “Bak bugün ne var avucumda.” Ben yaklaşıyor; avucundaki kuru üzümleri gagalıyorum. Kadın beni okşuyor. İçimde hep o ürperti, yüreğim çarpıyor. Kadın gitti mi ötekiler şaşırmış, “Nasıl yaklaşıyorsun korkmadan?” diyorlar. Aralarında gıdaklıyorlar. Benden uzak duruyorlar. Horoz üstüme atlayıp başımdan tüyleri yoluyor. “Pis tavuk” diyor. “Kadının avucundan yem yedin diye kendini bir bok mu sanıyorsun?”
Benim kendimi birşey sandığım yok. Yalnız bir gökyüzü parçasının göründüğü daracık yer canımı sıkıyor. Bazı günler bu gökyüzü bulutlarla kaplı oluyor. Durmadan yağmur yağıyor. Kümese sığmıyoruz. Bu yağmur patlatacak beni. Avluda biriken sulara bakıyoruz. Arada bir horoz acı acı bağırıyor sıkıntısından. Yanımdaki tavuk yan gözle bana bakıyor. “Heh, heh” diyor alaylı alaylı. Belli o da sevmiyor bu horozu. Uzak horoz sesleri ona da hoş geliyor. Ben de “Heh, heh” diyorum içimden. “Pis, kötü yaratık seni. Sesi kısılası geberesi seni.” Horoz habersiz, kanatlarının altını gagalıyor.
Geçenlerde bir akşam üstü kadın yanında bir adamla geldi avluya. Ayağında kocaman bir sargı vardı. Biz yiyecek birşey sanarak koştuk, sargıyı gagaladık. Adam kakır kakır güldü. Kadın, “Kışşş, kör olasılar” diye bağırdı. “Aç şeyler, ayağımı mı yiyeceksiniz?” Onun da yüzü gülüyordu. Yemleri serpti. Adam: “Keselim şu mendeburları” dedi, “Bir çuval buğday yediler, daha bir yumurta yaptıkları yok.” “Küçük daha onlar” dedi kadın, “Baksana küçük daha. Hele büyüsünler, hele havalar ısınsın gör bak nasıl yumurtlayacaklar.”
Kapı arkalarından kapandı. Ben çabuk çabuk buğday yutarken adamın sözlerini düşündüm. Şu kesmek dediği neydi acaba? Kanatlarımızı mı kesecekler? Ya yumurta, nasıl yapılır yumurta? Şu ayağı sargılı kadını sevindirecek bir şeyler yapmak isteği var içimde. Çoktan beri kanatlarımı da kesmiyor. Ama adamın sözlerinde bana yabancı gelen, beni tedirgin eden bir hava var. Bütün gece uyudum uyandım hep canım sıkıldı durdu.
Bugün bir şeyler oldu. Sabah yemini yedikten sonra gene o her zamanki iç sıkıntısıyla damlara bakarken şu kümesin üstüne atlasam diye düşündüm. Kanatlarımı çarpıp sıçradım. Kendimi kümesin üstünde görünce şaşkınlıktan bağırmışım. Ötekiler de bana bakarak bağrıştılar. Kümesin üstünden öteki kocaman dama uçmak daha kolay. Bir daha sıçradım bağıra bağıra. Kiremitlerin üstünde yavaş yavaş karşı yana yürüdüm. İçimde bir genişleme, yüreğimde hızlı bir çarpıntı başladı. Bizim yaşadığımızdan çok daha büyük bir avlu göründü gözlerime. Baktım bunun da dört yanı bizimki gibi duvarlarla çevrili. Ama bu başka; içinde yaprakları dökülmüş kocaman ağaçlar var. Topraklar yemyeşil otlarla kaplı. Bu duvarların ardında bundan da büyük avlular vardır dedim. Sonra uzaktan sesi gelen horozların yaşadığı bir yer olacak. Bulacağım orasını.
Kanatlarımı açıp avluya atladım. Atlar atlamaz dondum kaldım. Hiç görmediğim koca kafalı, tüylü bir hayvan bağırarak üstüme atıldı. Sipsivri dişleri, pırıl pırıl gözleri vardı. Sırtımda bir acı duydum. Bize yem veren kadın bağıra bağıra koşuyordu. Ben korkmuş, büzülmüş kımıldamadım bile. Geldi, beni kucağına aldı. “Edepsiz köpek” seni dedi o hayvana. “Pis seni. Öldürecektin tavuğu.”
Baktım köpek bacaklarına sürtünüyor, yaltaklanıyor. Kadın köpeğin karnına bir tekme attı. “Defol” dedi. Sonra beni karanlık yerlerden geçirerek, o daracık avluya taşıdı, kümesin içine bıraktı. “Yaramaz, bir daha kaçma emi?” dedi. “Uzun zaman kımıldamadan kümeste kaldım.” Ötekiler ara sıra gelip “Ne oldu, ne var oralarda?” diye sordular. Karşılık vermedim. Akşam yemeğini yedik. Kadın kümesi kaparken bana bakıp “Şükür iyi” dedi.
Şimdi alaca karanlıkta gözlerimin bir şey göremediği kümesin içinde, köşede büzülmüş dışarı dünyayı düşünüyorum. Tavuklar “atlasana ne var ötede?” diye durmadan gıdaklıyorlar. Ben ağaçları otları, köpeği anlatacağım sıra horoz bağırıyor: “Kesin be kancıklar, ne olacak ötede? Görmediniz mi hışırı çıkmış, işte kaçmanın sonu bu” diyor. Hep susuyorlar. “Pis, kötü yaratık” diyorum içimden, “Geberesi..”
Horoz bu dört duvar arasından hoşnut. Yiyip içip üstümüze atlamak yetiyor ona. Ama ben her zamandan çok şimdi kocaman avluların özlemini duyuyorum. Duvarların ardında o uçsuz bucaksız dünyada daha iyi tavuklar arasında, daha anlayışlı horozlarla geçecek günlerin özlemiyle doluyum. Bıktım buradan. Kaçacağım. Ama köpekler varmış, başka canavarlar varmış, olsun. Bu defa kanatlarımı açar uçuveririm, hırpalatmam kendimi onlara. Şimdi de bir şeyim yok. Yanız ensem sancıyor az az. Hele o geçsin, hele kanatlarım az daha uzasın kaçacağım buradan.