Zaven Biberyan: "Karıncaların Günbatımı"

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Zaven Biberyan ile devam ediyor

15 Ekim 2021 - 11:20

Zaven Biberyan (1921- 4 Ekim 1984)

Bu yıl 100. yaşı kutlanan Zaven Biberyan, 1921’de Kadıköy’de doğdu. Kadıköy Aramyan-Uncuyan ve Diber Gırtaran (Sultanyan) Ermeni ilkokulları, Saint Joseph Lisesi ve İstanbul Ticari İlimler Akademisi’nde öğrenim gördü.  

1941’de Yirmi Sınıf (Kura) asker toplanırken, o da askere alındı ve Nafıa hizmetine verildi. Akhisar’da kendisi gibi Nafıa askeri olan Jamanak (Zaman) gazetesi yöneticilerinden Ara Koçunyan’la tanıştı. Üç buçuk yıl süren askerlik dönüşü Jamanak gazetesinde yayımlanan “Krisdoneutyan Vağhcanı” (Hıristiyanlığın Sonu) adlı yazı dizisi büyük gürültü kopardı, dizinin yayını durduruldu. Nor Lur (Yeni Haber) ve Nor Or (Yeni Gün) gazetelerinde, daha sonra da Jamanak gazetesi yayın kurulunda görev aldı. Sosyalist düşüncelerinden dolayı gelen baskılar sonucu gazeteden ayrılmak zorunda kaldı. 1946’da Ermeni aleyhtarı bazı tutum ve yayınlara karşı Nor Lur gazetesindeki “Al Gı Pave…” (Artık Yeter) başlıklı yazısından dolayı kovuşturmaya uğrayıp hapis yatan, daha sonra bulduğu işlerden de baskılar sonucu ayrılmak zorunda kalan Biberyan, sonunda ülkeyi terk etmeye karar verip 1949’da Beyrut’a gitti. Orada gazetecilik mesleğini, Ermenice yayınlanan Zartonk (Uyanış) ve Ararat’ın yazı işlerinde görev alarak sürdürdü; Halep ve Paris’teki bazı dergi ve gazetelerde de makaleleri yayınlandı. Siyasi durumun iyileştiğini düşünerek, yaşamını güç koşullarda sürdürdüğü Beyrut’tan ayrılıp 1953’te İstanbul’a döndü. Seta Hıdıryan ile evlendi, bir kız çocukları oldu. 1960’ların sonunda Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi’nin redaksiyon kurulunda yer aldı.

Türkiye İşçi Partisi’nden 1965 genel seçimlerinde İstanbul milletvekili adayı oldu ancak seçilemedi. 1968 yerel seçimlerinde ise aynı partiden İstanbul Belediye Meclisi üyeliğine seçildi ve başkan yardımcılığı yaptı. 

Biberyan yazarlık yaşamına Ermenice yazdığı öykülerle başladı. İlk öyküsü 1945’te İstanbul’da  “Yerek ınger eink” (Üç arkadaştık) adıyla Jamanak gazetesinde yayımlandı. Daha sonra çeşitli gazete ve dergilerde öyküleri, makaleleri yer aldı. Öyküleri yalın dili ve gerçekçi temalarıyla ilgi çekti. İstanbul Ermeni edebiyatının önde gelen realist yazarlarından olan Biberyan, çevresindeki olaylara bir aydın duyarlılığıyla yaklaşıp, dile getirilemeyen gerçekleri cesur ve kuvvetli kalemiyle gözler önüne serdi. Hatta dünya görüşleri farklı olsa da, haksızlığa uğradığına inandığı bir rahibin yanında tutum alarak, bir insan hakları savunuculuğu örneği sergilerdi. 

Romanlarında, öykülerinde ve gazete makalelerinde her kesimden insanı rahatça yansıtmayı başardı. Fabrika işçileri, dar gelirli memurlar, küçük dükkân sahipleri onun öykü ve romanlarının başlıca kahramanı oldular. Yapıtlarında birey-toplum çatışmasını işleyen Biberyan, öykülerinde de hep toplumsal sorunlarla boğuşan insanları anlattı. 1970’te Jamanak gazetesinde 294 gün tefrika halinde, ölümünden birkaç hafta önce ise kitap olarak yayımlanan ve onun başyapıtı sayılan Mırçünneru Verçaluysı (Karıncaların Günbatımı) adlı romanı, bir ailenin adım adım yok oluşu paralelinde yakın geçmişe ayna tutan dramatik bir kronoloji gibidir. Bu yapıtına, yazarın ölümünden sonra Eliz Kavukçuyan Ödülü (Paris) verildi. Eser Türkçeye 1998’de “Babam Aşkale’ye Gitmedi” adıyla çevrildi.

Ülser hastalığına yakalanan Zaven Biberyan uzun süren, sıkıntılı bir hastalık döneminden sonra 4 Ekim 1984’te yaşama veda etti ve Şişli Ermeni Mezarlığı aydınlar bölümüne gömüldü. 

Zaven Biberyan’ın hem 100. yaşı hem de ölümünün 37. yılı nedeniyle, Aras Yayınları tarafından orijinal ismi ile yeniden basılan ve 1940’lar Kadıköy’ünü okura yaşatan “Karıncaların Günbatımı” adlı başyapıtından bölümler paylaşıyoruz. 

KARINCALARIN GÜNBATIMI

(Nafıa: Eskiden Bayındırlık Bakanlığı anlamındaki Nafıa Vekaleti’nin kısaltılmış hali olarak sıkça kullanılan bu sözcük, İkinci Dünya Savaşı sırasında özel bir anlam da kazanmıştır. Askere çağrılan gayrımüslim vatandaşların bir bölümü demiryolu ve havaalanı yapımı işlerine verilirken, büyük çoğunluğu da yol yapımı, taş kırma gibi işlerde çalıştırılmak üzere, özel kahverengi elbise giydirilip Nafıa hizmetine verilmiş, kendileri de “Nafıa askeri” olarak adlandırılmıştır.)

Halen çıplakmış gibi hissediyordu. Yalınayaktı. Vücudunda ağırlık yoktu. Pantolonunu dahi hissetmiyordu. Yeni giysilerinin içinde biraz şaşkın biraz da aptallaşmış bir hali vardı. Şu an düşündüğünde, üç buçuk yıl inanılmaz bir şey gibi geliyordu ona. Hala da inanmış değildi. Her an bir şey olacakmış gibi bekliyordu. Birisi karşısına dikilecek, o yabancı giysileri çıkarttıracak, Nafıa üniformasını, ter ve deri kokan o ağır postalları tekrar giydirip “Yürü!” diyecekti. Bir yanlışlık olmalıydı. “Sen terhis edilmedin, geri gel bakalım,” diyeceklerdi. Terhis imkânsız bir şeydi!

“Aaa, kale (ayol be) Baret! Kale ağorimu (oğlum)! Sen ne zaman geldin kale?”

Baret, Madam Zımaro’yu tanımak için hayli çaba harcamak zorunda kaldı. Neredeyse onun “elinde büyümüştü” ama onu gördüğü için kalbinde sevinç değil, bir sıkıntı hissetti. Bu kadın çocukluğunun “aşk”ı Madam Zımaro’ya hiç benzemiyordu.

(…)

Baret, taştan taşa atlayarak sokağın köşesini dönen Zımaro’nun arkasından uzun uzun baktı. Kadın sağ eliyle minik, yıpranmış cüzdanını karnına bastırmıştı, sol eli boşlukta ileri geri sallanıyordu. Yürüyüşü bozulmuştu. Alçak topuklu, eski, eğri büğrü ayakkabılara rağmen, bacakları yine de fena değildi. Kendisinin de taştan taşa atladığını fark etmeden yoluna devam etti. Yolların bu derece çamurlu ve berbat oluşuna şaştı.

Üç buçuk yıl boyunca farklı bir Kadıköy hayal etmişti. Masalsı bir semt düşlemişti. Evlerden rahat, mutlu insanların tatlı, şen bakışlarının yansıdığı, yeşilliklerle çevrelenmiş sakin sokaklar… Üç buçuk yıl boyunca değişik bir karşılama hayal etmişti. Her halükarda “Ooo, ne zaman geldin?” sorusunu beklemiyordu. Sanki Pera’dan gelmiş gibi!

Biberyan'ın Akhisar'daki askerlik yıllarından bir foto. Tarih: 02.08.1943

Usulca çevresine bakındı. İnsanların her taraftan, pencerelere dizilip onu izleyeceklerini, birbirlerine göstereceklerini sanmıştı. Oysa pencerelerden kendisine bakan kimse yoktu. 

Bir saat önce, kendisini kendi semtine, kendi sokaklarına, kendi evine yabancı hissetmiş, hamama deri değiştirmeye, tekrar kendisi olmaya gitmişti. 

Şimdiyse kendini bulmuş değil, tam tersine, kaybetmiş gibiydi. Demek ki kabahat üniformada değildi. O, kendisi değildi artık. Bu inanılmaz hafiflikteki giysilerin içinde tamamen yabancıydı. O, üzerinde üniforma varken kendisiydi. Üniforma ise bu semte yabancıydı, tıpkı kendi giysilerinin ve yumuşak ayakkabılarının ona yabancı oluşu gibi. Bütün İstanbul yabancıydı. Yabancı, ilgisiz hatta düşman. 

Üç buçuk yıl boyunca dönüşünde hissedeceğini düşündüğü heyecanı bulmak için İstanbul’a ayak bastığı anı tekrar yaşamaya çalıştı. Haydarpaşa’da başka sorunlarla karşılaşmadan bir an önce eve gitmek için Bostancı’da trenden atladığı an o heyecanı hissetmişti. Bostancı’dan Yoğurtçu’ya kadar coşku içinde gelmiş, Altıyol’daki kontrol noktasından geçmemek için, orda da tramvaydan atlamıştı. 

(…)

Hayalindeki eski Kadıköy’ü görebilmek için harcadığı yararsız çabadan vazgeçti. Çevresindeki her şeyin zavallı, çirkin ve harap olduğunu şaşkınlıkla gözledi. Kadıköy, sokaklar, evi, eşyalar, anası, Zımaro, her şey, gözüne cazip ve güzel gelmiş olan her şey…

Dalgınlıkla yanlış sokağa girmişti. Aklı, Moda ile Mühürdar arasındaki eski evlerine gitmişti. Geri dönüp Süreyya Sineması’nın yan sokağından aşağıya indi. Çevreyi seyrediyordu. Az önce pek dikkat etmemişti, şimdi iyice bakıyordu. Kuşdili’ne yaklaştıkça, sokaklar ve evler değiştikçe yabancılık duygusu artıyor, şekil değiştiriyordu. İlk görüşte hissettiği sıkıntıyı şimdi anlamaktaydı. 

Bunlar çocukluğundaki sokaklar değildi. Şu balkonu, bir ihtiyarın burnu gibi eğilip giriş kapısının üzerine yatmış iki katlı döküntü ev, kendi yaşadığı evlerden değildi. 

(Syf 20-23)

Biberyan çok sevdiği Moda parkındaGüneş daha yeni yeni çekilmişti damlardan.

Seyyar satıcılar akşam postasına çıkmışlardı. Gökyüzünde kuşlar, dar sokaklarda yorgun çocuklar dayanılmaz bir gürültüyle kurtlarını döküyordu, sabahtan beri hala kurt kalmışsa tabii. Göktekiler tasasızdılar, ancak aşağıdakiler, az sonra her evden bir kadının çıkıp kendilerini döve döve içeri alacağını biliyorlardı. Bu yüzden daha da azıyor, daha çok bağırıyor ve güçlerini son damlasına kadar harcıyorlardı.

Baret eski Kadıköy’ü hatırladı. Aynı semt, aynı sokaklar değildi buralar ama kuşların cıvıltısı, nerede, ne zaman olursa olsun değişmiyordu. Çoktan beri eve ne bu ruh haliyle ne de bu saatte döndüğü olmuştu. Bu akşam, bu paketlerle orada burada sürtmeye imkân yoktu. İskeleden bir tramvaya atlamak yerine, dükkân dükkân dolaşmıştı elindeki paketlerle. Şirketin lütfettiği erzağa ek olarak kendi cebinden de alışveriş yapmak istiyordu.

Evdekilerin her birinin en sevdiği şeyleri almıştı. Daha lezzetli, daha pahalı şeyler. Artık eli kolu başka bir şey taşıyamayacak kadar dolmuştu. Bir aydır denizden, kayıktan, hareketten uzak kalmış kolları, mahalleye vardığında kopuyordu ama sevinçliydi.

(…)

Yavaşça mutfaktan dışarı sıyrıldı, kalbi çarpıyordu. Diran karşısına çıkabilirdi. Sokak kapısını açarken korkudan titriyordu. Korkuyla bir aşağı bir yukarı baktı, babasını görmedi. Hızlı adımlarla ters yöne doğru uzaklaştı. Kaldırım taşlarına karanlık inmişti.

İskeleye varınca düşünebildi ancak. Nereye gidecek, ne yapacaktı? Şaşkın, kalakaldı.

Bilmemek bir yana, istemiyordu da. Evini istiyordu, bir ev. Kendisine ait bir ev.

Vapur yoktu, gişeler kapalıydı. Kumluk’un karanlıklarında kaybolmak için yürüdü. Ay da yoktu. Sarayburnu’ndan dönen vapurların projektörü, birbirine sarılmış bir çifti gözler önüne seriyordu ara sıra. Baret her seferinde uzaktan geçmek için yolunu değiştiriyordu.

Sessizlik, karanlık ve denizin serinliği, sakinleştirici bir etki yaptı üzerinde. Kolu bacağı gevşedi. Bir an ağlayacağını hissetti, sebebini bilmiyordu. O ana kadar kendisine söylemediği bir şeyi düşündü, “Talihsizim” dedi. Sebebini sormadı. Talihsiz bir insan olma fikri ona yetti ve sanki avuntu buldu. O an ağladı. 

(Syf 172-175)

Baret’in aklı o konuda değildi oysa. İskelenin oradaki Kumluk’un başından gökteki yıldızları ve İstanbul’un ışıklarını seyrederken, mücevherler parıldamaktaydı hala gözlerinin önünde. Yeni bir ev kiralama, “adamdan sayılma” planı eski bir düşünce gibi geliyordu ona.

Kumluk yine karanlıktı. Lodos ve yağmur geniş göletler oluşturmuştu. Burası da, Çarıkçı gibi yasak bir bölge olmuştu onun için. Aşağı tabakadan insanların uğrak yeri. Şimdi özgürce yasak meyveyi tadıyordu. Her seferinde buraya sığınıyordu. 

Uzun uzun Mühürdar tepesini seyretti. Bir zamanlarki dünyasının sınırı. Dönüşünden beri o taraflara ayak basmamıştı. Zayıf bir anına rastlar da gidiverir diye sırtını dönmüştü oralara. Titredi. Hayal gücü tepeyi aşıp Moda’ya doğru gitti. Oradan…

Tepenin eteğine ulaşmıştı bile. Yukarı tırmanıyordu. Marmara’dan Kadıköy’e saldıran fırtınanın izin verdiği ölçüde giderek daha hızlı yürüyordu. Darmadağınık saçları ve ceketi denizden gelen su tanecikleriyle nemlenmişti. Üşümüyordu. Tepeden tırnağa yanıyordu, özellikle de başı. Dışarıda kimsecikler yoktu. Fırtına taşları kurutmuş, birkaç sararmış yaprak ezilmiş kuşlar gibi taşlara yapışmıştı.

Birden ulaşmış olduğunu fark etti.

(…)

Dört yıl önce bu evden askere gitmişti. Arus ardından bir kova su dökmüştü. O, babasıyla sokağın köşesinden dönene kadar, Arus ve Hilda bahçe kapısının önünde bekleyip arkasından bakmışlardı. “Ben de geleyim şubeye” demişti Arus. Baret kabul etmemişti. Köşeden son kez görmüştü bu iki insanın yüzlerini. Üç buçuk sene sonra dönüşünde artık bulamamıştı o yüzleri. Bu cansız kütleyi Ada’daki evle kıyaslamak mümkün değildi. İçinde birinin yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyordu. Hiç sözü edilmemişti.

Bahçenin etrafında ümitsiz bir arayışla döndü. Tutunacak bir şey, içinde bir şey uyandıracak bir şey…

(Syf 232-234)




 


ARŞİV