ZYGMUNT BAUMAN (19 Ekim 1925 - 9 Ocak 2017 )
1925’te Polonya’da doğan Bauman sırasıyla faşizmi, sosyalizmi ve kapitalizmi eleştirel bir mesafeyi koruyarak yaşadı ve hiçbir zaman bağımsız entelektüel kişiliğinden taviz vermedi. 1968’de Polonya’dan sınır dışı edilmesinin ardından İsrail’e, oradan da Leeds Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsü’nün başına geçmek üzere Britanya’ya gitti. Bu görevini 1971-1990 arası sürdüren Bauman, ilk yıllardan itibaren hemen her konuda sosyolojik bakışın çerçevesini genişleten eserler verdi. Kültür ve gücün çözümlenmesine özel önem veren Bauman, bu çerçevede toplum ideolojiler, milli kimlikler, devlet ahlakı seçim modernizm ve postmodernizm konularını ele aldı.
Modernizm, totalitarizm ve postmodernizm üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Polonyalı sosyolog ve felsefeci Zygmunt Bauman 9 Ocak 2017’de yaşamını yitirdi.
LEONİDAS DONSKİS (13 Ağustos 1962-21 Eylül 2016)
Litvanyalı Yahudi bir felsefeci, siyaset kuramcısı, düşünce tarihçisi, toplumsal analizci ve yorumcu 13 Ağustos 1962 tarihinde doğdu. Litvanya Devlet Konservatuarı'ndan mezun oldu ve ardından Litvanya'daki Vilnius Üniversitesi'nde felsefe alanında yüksek lisans eğitimine devam etti. Felsefe alanında ilk doktorasını Vilnius Üniversitesi'nden aldıktan sonra, sosyal ve ahlaki felsefe alanında ikinci doktorasını Finlandiya'nın Helsinki Üniversitesi'nden aldı. Litvanya’da Vytautas Magnus Üniversitesinde siyaset bilimi profesörlüğü yaptı. 2009’dan 2014’e kadar Avrupa Parlamentosu’nun üyesiydi. Litvanya’da önemli bir kamusal figür olarak insan hakları ve sivil özgürlüklerin savunuculuğunu yaptı. 2014’te Donskis, Litvanya’da Hoşgörü ve Çeşitliliğin Elçisi unvanıyla Avrupa Komisyonu’ndan ödül aldı. Merkez sağcı bir siyasetçi olarak, her tür aşırılıkçı veya ayrılıkçı tutuma karşı çıkmış, şiddeti protesto etmişti. Bunun yerine bireysel akıl ve vicdanı öne çıkaran bir liberalizmden yana oldu. 21 Eylül 2016’da geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.
Zygmunt Bauman ve Leondas Donskis’in Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan Akışkan Kötülük isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz
AKIŞKAN KÖTÜLÜK
Alternatifleri olmayan bir dünyada yaşıyoruz. Tek bir gerçeklik sunan bir dünya bu; en iyi yönetim şekilleri ve derin fikirler de dahil olmak üzere (mühendislik ve işletme projelerinden bahsetmiyorum bile) her şeyin bir alternatifinin olduğuna inananlara çılgın veya en iyi ihtimalle tuhaf sıfatıyla damgalanıyor. Dünya muhtemelen daha önce hiçbir zaman bugün olduğu kadar kaderci ve determinist inançlarla dolup taşmamıştı; dünyanın sonuna dair bir sürü kehanet ve öngörü var; tüm bu kehanetlere ciddi analizler ekleniyor ve bardaktan boşanırcasına üzerimize doğru yağıyor. Her yöne yayılan bu korku ve kadercilik atmosferinde zamanımızın siyaset mantığına, ekonominin tiranlığına, bilim ve teknolojiye getirilen yaklaşımlara, tabiat ve insan arasındaki ilişkiye alternatif olmadığı düşüncesi uyanıyor. İyimserlik, bizim bu dünyaya gelmiş olmamız ve çevremizin sıcak, keyifli ve rahat olduğu düşüncesi değildir; iyimserlik, daha ziyade kötülüğün geçici olduğunu ve insanlığı yok etmediğini (veya yok etse bile bunun kısa süreliğine olduğunu) düşünmektir. Dahası, iyimserlik, umudun ve alternatiflerin gerçekten de her zaman var olduğuna inanmaktır. Bir karamsarın, bir iyimserden her açıdan daha yüce ve daha asil bir varlık olduğu inancı, sadece modern; romantik dünya görüşünün ve duyarlığının bir kalıntısı değildir; daha büyük bir fenomen durumundadır.
(…) korkular, olumsuzluklar ve kötü haberler çağında yaşıyoruz. İyi haberlere bu piyasada yer yok çünkü hiç kimse iyi haberlerle ilgilenmiyor.
(…) Akışkan kötülük kavramı ne ifade ediyor? Bu kadar çok olgunun birbirini dışlayan nitelik ve özelliklerden oluştuğu günümüzde akışkan kötülük en iyi nasıl anlaşılabilir? Şunu söyleyebilirim ki, sosyal ve siyasi gerçekliğimiz içinde kötülüğün mukavemetini kolaylıkla tanımlayabileceğimiz siyah-beyaz sosyal perspektife dayanan ve “katı kötülük” olarak tanımlayabileceğimiz olgunun aksine akışkan kötülük, iyiliğin ve sevginin görünümüne bürünür. Dahası, görünürde yaşamın nötr ve tarafsız ivmelenişi olarak sunulur; daha önce eşi görülmemiş biçimde ivmelenen yaşam ve sosyal değişim hızı, hafıza kaybı ve ahlaki amnezi doğurur. Buna ek olarak akışkan kötülük, alternatif yokluğunu ve alternatiflerin imkânsızlığını belirten bir kılıkta dolanır. Vatandaş tüketici hale gelir ve değerlere tarafsız kalma hali de insanın kopukluğunu ve bağlantısızlığını gizler.
Devletin eğitim ve kültür sorumluluğunu inkâr etmesi ve reddetmesi ile birleşen bireysel çaresizlik ve terk edilmişlik, neoliberalizm ve devlet bürokrasisinin cennet gibi evliliğine işaret eder.
(Syf 13-16)
(…) katı kötülük, ahlak dışı yönelimli ve aktif katılımlı bir kötülük tipiydi diyebiliriz; ayrıca zamanın sonunda toplumsal adaletin ve eşitliğin gerçekleşeceğine dair vakur bir vaatte de bulunuyordu. Bunun aksine akışkan kötülük baştan çıkarma ve bağlantısızlık mantığıyla çıkagelir. (…) Katı kötülüğün mantığı, oyuna yeni kurallarını empoze ederek insan ruhunu kazanmak ve dünyayı ele geçirmekti. Diğer yandan akışkan kötülüğün mantığı, görünümünü sürekli değiştirerek baştan çıkarmak ve geri çekilmektir.
(…)
Bugün özgürlüğümüz ham tüketim ve kendini yenileme alanlarıyla çevriliyor. Kontrol ve gözetleme gibi unsurların yanı sıra seçim özgürlüğü olarak sergilenen bir güç asitmetrisi eğimiyle birlikte korku endüstrisi ve mahremiyetin ifşa edilmesi oyunları, burada mecazi olarak TINA şeklinde adlandırdığımız sosyokültürel durumun ve akışkan kötülüğün karmaşık bileşimini oluşturmaktadır.
(…) akışkan kötülük, askeri seferler açısından ele alındığında, belli topraklarda veya toplumlarda, sorumluluk alıp bu toprakları yeniden yapılandırma veya dönüştürme yükünü üstlenmek yerine bölgeye mümkün olduğunca çok kaos, korku, belirsizlik, güvensizlik ve güven sorunu getirerek ekonomiyi ve yaşamı bozmaya çalışır. Bu noktada terörizm, akışkan kötülüğün katıksız bir ifadesi olarak ortaya çıkar. Emperyalizm katı güç oyunlarıyla ilişkiliyken terörizm daima akışkan kötülükle ilişkilidir; akışkan kötülüğün toplum lehine konuşuyormuş gibi görünmek şeklindeki sinsi mantığı, bireyselleştirilmiş güç oyunları uğruna feda edilmesi gerektiğini düşündüğü somut toplum yapısını küçümsemesiyle birleşir ve bizim buna aldanmamız gerekir.
(…) Acı verici ölçüde bir dikkat çekme arayışının pençesinde kıvrandığımız, obsesif kompülsif derecede kendimizi keşfetme ve ifşa etme arzusunda olduğumuz bu çağda, bizler (sıradan Jane’ler veya sade Jack’ler) dünyanın dikkatini çekebildiğimize dair sürekli yeni bir vaat duymak ve sürekli daha güçlü bir illüzyona kapılmak isteriz. Yalnızca yıldızlar ve dünya liderleri değil, sizler de sıradan ölümlüler de görünümünüzle veya davranışınızla veya yaşayışınızla veya neyi komik, neyi göstermeye değer, konuşmaya değer bulduğunuzla bir başkası için önemli olabilirsiniz; kısaca tamamıyla insani ve anlaşılması kolay şeylerle önemli olabilirsiniz.
(…)
Basitçe ifade etmek gerekirse, günümüzde özgürlüğümüz tüketim ve kendimizi yenileme çerçevesine sıkıştırılmış hale geliyor; ama en önemli unsurla bağlantısını kaybetti: Dünyada bir şeyleri değiştirebileceğimiz inancı.
İnsanlar, ilginin bir an için kendilerine çevrilmesi karşılığında mahrem yaşamlarını sev seve kamuya açık hale getiriyorlar: Bu tür teşhircilik şölenleri, sadece istikrarsız, twitter mesajı ayarında bağlantıların ve benzeri görülmemiş bir yabancılaşmanın hüküm sürdüğü bir çağda mümkün olabilir.
(…)
Bir zamanlar gizli servisler ve siyasi polis insanların sırlarını açığa çıkarabilmek, özel hayatlarının ve hatta mahrem şahsi yaşamlarının detaylarını ortaya dökebilmek için çok çalışırdı. Günümüzde bu gizli servisler gayet mutlu olmalılar ama bir yandan da kendilerini gereksiz hissediyor olabilirler. Kendi yaşamıyla ilgili her şeyi herkesin kendiliğinden söylediği bir ortamda onlar ne iş yapabilir? Hatta insanlar ne yaptıklarını, kimleri sevmediklerini ve nasıl zengin olduklarını gözler önüne sermek istemediklerinde bile, kimlerle iletişimde olduklarını ve kimleri tanıdıklarını seve seve belli ediyorlar. Bu yapıya katılım göstermemek imkânsız. Eğer bu platformlardan ayrılırsanız geçmişe ve şimdiki zamana dair algınızı kaybediyorsunuz, sınıf arkadaşlarınızla ve meslektaşlarınızla ilişkilerinizi zedeliyorsunuz, gerekeni yapmamış oluyorsunuz ve yaşadığınız topluluktan kopuyorsunuz.
(Syf 17-25)
(…) insanlar unutma yetilerini kaybettiklerinde de eleştirel kapasitelerini en az aynı ölçüde kaybederler. Hafıza, ikiyüzlü bir bıçaktır: Bir lütuf ile bir lanetin karışımı gibidir. İnsanı özgür bıraktığı kadar, hatta daha da fazla köleleştirir; hayatın hizmetinde kullanılabildiği gibi cenaze arabasına da koşulabilir. Bu etkiyi artıran bir başka sebep de, hafızanın, genel olarak, eksizliğe ulaşma ve bunu koruma kapasitesine sahip olmamasıdır.; Hafıza, geçmişi, tarihçi Leopold von Ranke’nin istediği şekilde saklayıp yeniden anlatamaz; gerçekte olduğu gibi aktaramaz. Aksine, tedavi edilemez şekilde seçicidir, taraflı ve militandır, hırçınca partizandır ve dolayısıyla hem insanın gözünü açmak hem de kapatmak açısından kullanılabilir.
(Syf 51-52)
Eski tip kötülük, devletin elinde toplanmış, biriktirilmiş ve sıkı sıkıya kavranmış durumdaydı ve bu devlet baskı ve tehdit araçlarını kullanmak açısında tekel konumundaydı (günümüzde eski tip devlet tekeli yapısı tümüyle terk edilmiş ve unutulmuştur) Ancak bu eski tip kötülük, bir yan etki olarak insanları dayanışmaya itiyordu (gerçi devlet sınırlarıyla kısıtlanan bir dayanışmaydı). Şimdi ise kötülüğün beraberinde getirdiği zarar yayılıyor ve bireylerin yönetimine bırakılan yaşam siyaseti” dünyasına sızıyor ve “ortak iştirak haline getirerek” içine işliyor ve/veya siyasi gözetimden muaf, kuralsızlaştırılmış, piyasaların herkese açık dünyasına transfer ediyor. Bu yeni tip kötülük insanları rekabete ve çekişmeye, düşmanlıklara, karşılıklı güvensizliklere ve mesafeli durmaya itiyor; “kapabildiğin kadar kap”, “kazanan her şeyi alır” ve nihayetinde “herkes kendi başına, altta kalanın canı çıksın” gibi yaklaşımlar şiar haline geliyor. Kötülük, tamamen kuralsızlaştırılmış sosyal alanın sayısız kara deliklerinde pusuda bekliyor. Kıyasıya rekabet ve karşılıklı yabancılaşma, işbirliğinin ve dayanışmanın yerini aldı, şiddetli bireyselleşme insanlar arasındaki bağları aşındırıyor.. Kötülük, insanlar arası etkileşim ve ticarette görülen akışkan- modern yapı tarafından her gün örülen kumaşın dikişlerinde barınıyor, insanların birlikte yaşayışının dokusunda ve gündelik rutin yaşamsal faaliyetlerinin akışında gizleniyor. Mevcut güvenli yuvasında kötülüğü tespit etmek, ortaya çıkarmak, ayırmak ve tahliye etmek oldukça güçtür. Hiçbir sebep olmadan, uyarmadan birdenbire ortaya çıkar ve rastgele darbeler vurur. Sonuçta mayın tarlasına benzer bir sosyal ortam ortaya çıkar; patlayıcılarla dolu olduğunu biliriz, er ya da geç patlama olacağından eminizdir ancak bu patlamaların ne zaman ve nerede olacağını tahmin edemeyiz.
(Syf 57-58)