Neyran Elden, Fırat Fıstık ve Sedat Suna… Türkiye’yi sarsan deprem felaketini duyar duymaz bölgeye koşan onlarca haberciden sadece üçü.
Serbest gazetecilik yapan Neyran, depremi 6 Şubat sabahı 6.30 gibi uyanıp elime telefonu alır almaz öğrenmiş. İlk refleksi televizyonu açmak olmuş. Ve böylelikle durumun ne kadar ciddi olduğunu anlamış. Hemen ardından da ekipmanını hazırlayıp İstanbul'dan arabayla yola çıkmış. Amacı Maraş’a gitmekmiş ancak gerek yoğun kar gerekse de yolların deprem nedeniyle hasarlı olması yüzünden bu mümkün olmamış. Hatay'dan kötü haberleri duydukça, yolda daha fazla vakit kaybetmemek için doğrudan oraya geçmiş. Orada bir hafta kalıp sonrasında Maraş’a gitmiş. Deprem bölgesinde yaklaşık üç hafta geçirmiş. İlk haftadan sonra ihtiyaçlarını karşılamak için İstanbul'a gelip birkaç gün sonra yeniden görev yerine dönmüş.
Depremi sabaha karşı öğrenir öğrenmez, haberci refleksiyle bölgeye gitmek isteyen Halk TV muhabiri Fırat, aynı günün akşamüstü uçakla Adana'ya varmış. Oradan da doktorlar ve farklı belediyelerin arama-kurtarma gönüllüleriyle birlikte Hatay'a geçmiş. İlk günden itibaren hep Hatay’da görev yapmış. Önce bir hafta kalmış, daha sonra şartların ağırlaşması nedeniyle İstanbul'a dönmüş. Ancak bir hafta sonra yeniden bölgeye giderek, bu kez 6 gün kalmış. İlk hafta ulaşım zorluğu nedeniyle, diğer meslektaşlarının araçlarıyla kolektif olarak hareket etmişler.
Uluslararası haber ajansı EPA (European Pressphoto Agency) için çalışan Sedat ise ailesi de depremzede olan, kendisi halen bölgede bulunan bir foto muhabiri. Depremi, oluşundan kısa bir süre sonra, bulunduğu İsviçre'de öğrenmiş. Gaziantep’te yaşayan ailesine ulaşmaya çalışmış hemen. Birkaç kaç saat içinde durumlarını öğrenebilmiş. Hemen yola çıkmak için harekete geçerek, önce İstanbul'a oradan da Kayseri'ye uçmuş. Ardından karayoluyla Göksun ve Elbistan'a ulaşarak görev yapmaya başlamış.
Biz de Gazete Kadıköy olarak bu kez meslektaşlarımıza verdik sözü. Sahadaki deneyimlerini, karşılaştıkları zorlukları, afet haberciliği yaparken nelere dikkat ettiklerini sorduk. İşte anlattıkları:
SEDAT SUNA: GAZETECİLER ENGELLENDİ
(Fotoğraf: Cem Tekkeşinoğlu)
8.1 şiddetindeki Nepal depremine gitmiştim 2015 yılında. Oraya gider gitmez Birleşmiş Milletler ve diğer yabancı kurtarma ekipleri ile birlikte hareket ettim. Yerel kurtarma çalışmalarına tanıklık edemedim. Ama bizim depremdeki gibi bir çaresizliğe tanık olmadım. Türkiye’de gazetecilerin deprem bölgesindeki çalışmalarının önü, devamlı bir engelleme ve ‘Neden buradasınız?’ sorusuyla kapatılmaya çalışılıyor. Bu depremde de çok zorlandık. Ama Nepal’de böyle bir şeyle karşılaşmamıştım.
Sahadaki en büyük sorun, kurtarma çalışması yapılırken o bölgeye girmekti. Çünkü "resmi" görevliler sürekli zorluk çıkardı. Basın kartlarımızı göstermemize rağmen resmi görevliler ilk günlerde bizi engellemeye çalıştı. En çok duyduğum şey “fotoğraf çekmek yasak” cümlesi oldu. Bazen de hedef gösterildik. İnsanlar zaten yardımların gecikmesi nedeniyle öfkeliydi ve bu öfke bize yöneltilmeye çalışıldı bazen.
Bir foto muhabiri olarak, ilk günlerde mağdurdan izin almadan deklanşöre basmadım. Oradaki varlığımı tamamen depremzedelerin izni ve kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde konumlandırdım. Bazen hiç fotoğraf çekmeden saatlerce bekledim. İnsanlara neden fotoğraf çektiğimi ve bunun önemini anlattıktan sonra, eğer kabul ederse fotoğraf çekmeye başladım. Eğer konuşup izin alacak bir şansım yoksa en azından göz teması kurup, küçük mimiklerle izin almaya çalıştım. Görsel olarak rahatsız edici fotoğraflar servis etmedim. Tamamen durumun gerçekliğini anlatan fotoğraflar servis ettik.
Profesyonel yardım ekipleri varken tamamen fotoğraf çekmeye odaklandım. Yardımların yetersiz olduğu yerlerde ise elimizden gelen yardımı yapmaya çalıştık.
NEYRAN ELDEN: ÖNCE İNSAN, SONRA GAZETECİ…
Tanık olduğum hiçbir afet ile uzaktan yakından alakası olmayan bir manzara söz konusuydu. Yaşananları anlatmayı geçtim idrak edebilmek bile ilk aşamada çok zordu. Deprem bölgesinde haber takibi acı ve çıkmazlarla doluydu.
İlk günlerde oradaki çaresizliğin bir parçası gibi hissettim. Basın mensubu olarak en çok zorlandığım konulardan biri buydu. İlk günden itibaren elimizden geldiğince orada yaşanılanları anlattık, şehir içinde yardım gereken yerleri duyurduk. İnternet ve telefonun çekmiyor olması haber geçmeyi çok zorlaştırdı. Geceleri şehir zifiri karanlıktı, su ve tuvalete erişim olmaması da fiziksel olarak hepimizin çok zorlandığı bir meseleydi.
Enkaz başında yakınlarını bekleyen ya da cenazelerine ulaşan insanlara saygı göstermeye çok dikkat ettim. Kayda girmeden önce çevremdeki insanlardan göz ucuyla bile olsa izin almaya çalıştım. Yaşadıkları acıyı ve durumu düşünerek üzerlerinde daha fazla bir yük oluşturmamaya gayret ettim. Röportajlarımı hem kendi hem de depremzedelerin güvenliğini sağlamak için binalardan uzak noktalarda yapmaya çalıştım. Trafik akışı çok önemliydi, ve ilk günlerde ambulanslar şehre çok zor giriyordu. Bir de böyle yerlerde çocuklar o anın şokunu anlatmaya bazen hevesli olabiliyorlar. Ailesi izin verse bile çocuklarla bu konuyu kamera önünde konuşmayı kabul etmedim. En önemlisi de orada yaşanılanları sade bir dille ve olduğu gibi izleyiciye aktarmaya çalıştım.
Her ortamda, özellikle enkazlarda acil bir kurtarma, haberleşme gerektiren durumlarda önce insan olarak, sonra gazeteci olarak görevimi yapmaya çalıştım. Gazeteciler olarak haber yaparken çantama fazla miktarda yiyecek, su, erzak koyarak gittiğimiz yerlerdeki insanlara ulaştırmaya çalıştık, gördüklerimizi itfaiye ve arama kurtarma ekipleriyle paylaştık.
Önceki afet haberciliği deneyimlerimden çok çok farklıydı bu. En basiti, girilebilecek tek bir bina dahi kalmadığı için bir yerde barınamıyorsunuz. En temel ihtiyaçlarınızı karşılamak dahi çok zordu. Hatta ilk hafta telefonla arayan arkadaşlarıma su yok dediğimde 'Aa vardır ama az herhalde' diye düşünüyorlardı. Ama su gerçekten yoktu. Bir gazeteci arkadaşımla küçük bir şişe suyu bölüştüğümüzü hatırlıyorum örneğin.
Onbinlerce insanın hayatını kaybettiği bir yerden bahsediyoruz ve ilk günden itibaren orada olunca, enkaz altındaki insanların seslerini duyuyorsunuz. Afet anı olduğu için bir taraftan işinizi yapmanız gerekiyor; fotoğraf, video çekiyorsunuz, röportaj yapıyorsunuz, bir şeyleri araştırıyorsunuz vs. bir taraftan da bir şeye yardımınız dokunacaksa o işin ucundan da tutabiliyorsunuz. Psikolojik ağırlığı çok fazla. Görüntüler, sesler, insanların söyledikleri, haykırışları içinize çöküyor.
Çok riskli bir yerde çalıştık. Yıkılmak üzere olan binalar, artçı depremler… Bunlara dair önlemler almaya çalıştım. İnsanların hikayelerini, onlardan izin alarak, onları incitmeyecek şekilde yapmaya, yansıtmaya özen gösterdim. Bir doğal afetten ziyade, insan odaklı şekilde haberleştirmeye çalıştım. Gazetecilik ilkeleri gereği, çocuklar konusunda da hassas davrandım. Resmi açıklamalar dışında perdenin arkasında neler yaşandığını göstermeye çalıştım. Çünkü bu gazetecilikte çok tercih edilen bir şey olmayabiliyor.
Yayınlarda insanların yaşadığı zorlukları göstermeye, onların hissettiklerini yansıtmaya özen gösterdim. Sonuçta kamu yararına bir iş yapıyorsunuz. Halk TV ekranlarından duyurduğumuz birçok konu gündeme geliyordu, bir şekilde yardım ediliyordu. Bu da en az bu yardımlar kadar önemli. Gazeteciliğin bu alanlarda ne kadar önemli olduğunu da gösteren bir örnek aynı zamanda bence.