Son haftalarda Kuşdili’yle ilgili yazdığımız haberlerde, AVM tartışmalarını, itiraz dilekçelerini, toplantıları anlatıyoruz. Arada bir de “Kadıköy'ün eski mesire alanlarından olan Kuşdili Çayırı...” diyoruz. Peki ya gerçekten de 1900'lü yıllarda nasıldı çayır? Popüler eğlence mekânı Hamdi'nin gazinosunun hazin sonu neydi? Hangi şair Kuşdili için şiir yazmıştı? Çayır Güzeli ve Akbaba Suat kimdi? Tüm bu soruların yanıtlarını bulacağınız “Bir Kuşdili nostaljisi”ni keyifle okumanızı dileriz...
Derleyen: Gökçe UYGUN
Kadıköy'ün yaşayan tarihi Dr. Müfid Ekdal, “Bizans Metropolünde ilk Türk Köyü Kadıköy” adlı kitabında, Kuşdili Çayırı'nı, o dönemdeki eğlenceleri şöyle anlatıyor; “Şimdiki adı Kızıltoprak Polis Karakolu olan yerde daha evvel Kuşdili Karakolu vardı. Karakol yanındaki yazlık sinemada geceleri film gösterilir, bazen de tiyatro oynanırdı. Hamdi'nin Gazinosu, Kuşdili Sineması, her yaz kurulan ip cambazının karşılıklı dikile yüksek direklere geriliş teli, dondurmacısı, kozhelvacısı, kağıthelvacısı, macuncu, şerbetçi ve seyyar fotoğrafçıları ile yaz akşamları Kuşdili Çayırı bir huzur ve eğlence yeri olurdu. Yaşlı hanımlar yere serdikleri küçük seccadelerde otururlar, gençler devamlı gezer ve gönül maceralarına ışık tutacak bakışlar ararlardı. Çayır, bayram günleri daha da hareketlenirdi. Seyyar muhallebiciler, köfteciler, simitçiler, şam tatlıcıları Kuşdili çayırını doldururlardı. Hamdi'nin Gazinosu, çayırın dere kenarındaki ağaçların bulunduğu araziye kurulmuş yazlı bir bahçeydi. O zamanlar Kadıköy'ün en aranan yeri olarak isim yapmıştı. Akşamdan sonra gazinoda musiki faslı başlar, çayırda gezenlerle, Kurbağalıdere'de sandalla dolaşanlar karadan ve dereden yavaş yavaş bahçeye yanaşarak para vermeden faydalanırlardı. Kuşdili'ndeki Şehbal Tiyatrosu ile Hamdi Bey'in Gazinosu kendi ürettikleri elektrikle aydınlanırlardı. 1927 yılına dek akşamları geceleri herkes tarafından aranılan, deresi, sandalı, mehtabı, içkisi, musikisi, ile isim yapan gazinonun müşterileri, dans modasının başlamasıyla müşterilerini Belvü, Mühürdar'a kaymaya başladı. Günden güne tenhalaştı. 1928 yılında müşterisizlikten ve borçlarından bunalan Hamdi beyin kendini gazinonun bahçesindeki bir ağaca astı...”
PRENS OLAN KURBAĞA, ADINI DEREYE VERMİŞ...
Şair-yazar Sunay Akın da “Paçaların Sıvanmadığı İstanbul” başlıklı yazısında “Masallardaki prenses tarafından öpüldüğünde prense dönüşen kurbağa, İstanbul’un Kadıköy yakasındaki bir dereye adını verir” diyerek, Kuşdili ve civarını şöyle anlatıyor; “Kurbağalı Dere yıllar öncesinde, içinden geçtiği çayırın adıyla anılırdı. Kuşdili Çayırı’ndan dolayı “Kuşdili Deresi” denilirdi bu güzel dereye... Güneşli İstanbul günlerinde kıyısında toplanan insanlar azaldıkça, şarkılar, türküler kurbağa seslerine bıraktı yerini. Derenin kenarında gezinip, piyasa yapan “Kavuncu Güzeli” lakaplı kara kaşlı, kara bıyıklı adamın güzel sesini kimse anımsamıyor artık... Yeşil gözleriyle yürüdüğü dere boyunca tüm erkeklerin gönlünü çalan “Çayır Güzeli” de yaşamıyor ne yazık ki. Attığı kahkalarla herkesi güldüren gazete satıcısı “Akbaba Suad”ı bilen kaç kişi yaşıyor ki Kadıköy’de?.. Eski bir Kadıköylü olan Adnan Giz, kıyısında çocukluğunun geçtiği Kuşdili Deresi’ni şöyle anımsıyor: “Derenin nerede denize döküldüğünü gördüğümüz halde nereden ve nasıl geldiğini bilmezdik. Sandallar, en çok bugünkü kömür deposunun bulunduğu yere kadar gider, ötesi sığ olduğu için geri dönerlerdi. Çocukluğumda bu derenin çok uzaklardan geldiğini hayal eder ve bir sandalın güçlükleri göze aldıktan sonra o bilinmez yere kadar gidebileceğini düşünürdüm.” Kurbağalı Dere’nin kıyıları 1950’lere kadar kır kahveleri ve gazinolarla doluydu. İstanbulluların en çok rağbet ettikleri mesire yerlerinden biriydi. En güzel elbiseler giyilir, en güzel kokular sürünülür ve dere kenarına gidilirdi. Kiralanan kayıklarla dere boyunca gezinenler birbirine selam verir, aileleriyle gelen aşıkların gözleri birbirini görme umuduyla etrafta fır dönerdi...Tüm bu olup bitenleri uzaktan seyredenlerden biri de Oktay Rifat’tır. Şairin “Kuşdili” adlı şiirini okuyacak olursak, kalabalık arasına karışamayışının nedenini öğreniriz:
Param olsa satar mıydım / Kahverengi elbisemi / Damalı gömleğimi giyerdim / Alaca mendili takardım / Kuşdili’nden geçerdim / Param olsa satar mıydım / Kahverengi elbisemi
Suyu öylesine mavi, öylesine berraktı ki derenin, üstünde gezinen kayıklar beyaz renkli olduğundan birer kuğuyu andırırdı. 1926’dan sonra dansın moda oluşuyla, Kuşdili Çayırı’nda gazinosu bulunan Hamdi Bey, kocaman bir dans pisti yaptırır. Hem de, derenin tam kıyısına... Akşam güneşinin kızıllığı çayıra serilirken, dans edenlerin akisleri de derenin suyuna yansırdı... Dere kenarında boy gösteren tanınmış simalardan biri de “Kanarya” lakaplı kadındı. Rengârenk elbiseler giyinip, aşırı makyaj yaptığı için “Kanarya” diye anılan kadını kıskanmazdı dere... Çünkü o da, en az kadınlar kadar süslü ve güzeldi o günlerde. Dere kenarında başlayan aşklar da çoğunlukla yuva yıkan türdendi. Kanarya gibi nice gösterişli kadını yüreğine hapsetmek isteyenlerin dramı Mehmed Celal’in “Kuşdili” adlı kitabında anlatılır... İçinden derenin geçtiği Kuşdili Çayırı’nın en önemli yapılarından biri de Kuşdili Tiyatrosu’ydu. Alaturka temaşanın ve bir halk sanatı olan Tuluat’ın merkezi konumundaki tiyatroda film gösterileri de yapılmaktaydı. Naşid Bey’in gösteriside boş sandalye bulmak neredeyse olanaksızdı. Tuluat sanatının bu büyük ustası Arap, Azeri, Kürt, Tatar, Laz, Ermeni, Yahudi, Rum ve Arnavut gibi birçok kültürden oluşan Anadolu insanının taklitini başarıyla sahneliyordu. Kuşdili Tiyatrosu’nda Naşid Bey’den başka Kel Hasan Efendi, Dümbüllü İsmail ve Şevki Şakrak da sahne almışlardır. Kuşdili Çayırı’nın gösterişli günlerini yitirmesiyle tiyatronun ters çevrili sandalyelerine, pencere kollarına asılı kaldı kahkahalar. Bir ara müze olarak kullanıldı. Müzede nelerin sergilendiğini öğrenmek için Melisa Gürpınar’ın “İstanbul’un Gözleri Mahmur” adlı kitabına göz atalım:
birinci mevki ve yanları açık bir tramvay / duruyor kuşdili çayırında bir müzede / gider gibi fenerbahçe plajına / içinde unutulmuş istanbul yüzleriyle
Taşıt Müzesi olan tiyatro binası yeni işleviyle beklediği ilgiyi göremez. Bakımsızlıktan dolayı toz yığını arasında kalan onca güzel tramvay müzenin kapanmasıyla sırra kadem basar. Sahi, nereye gitti o güzel tramvaylar?.. Biri, Hasköy’deki Sanayi Müzesi’nde. Peki ya diğerleri!?.
Derenin üstünde beton binaların gölgelerinin teker teker düşmeye başlamasıyla sular karardı. Suların kararmasına neden yalnızca binaların güneşi engellemeleri değildi. Kanalizasyonların dereye bağlanmasıyla beyaz renkli kayıklar kirlendi öncelikle...Sonra, çakıltaşları görülmez oldu. Etrafı saran pis koku yüzünden dans pisti de yalnızlığa ter kedildi...Uzu n bir süre sivrisineklerin hükümdarlığı boy gösterdi derede... Ve kaşınmaların önünü almak için ıslah edilen derenin üstü kapatıldı... Oysa, ıslah edilmesi gereken dere değil, sömürgeci politikalarıyla İstanbul’u yöneten insanlardı!..
İstanbul’da yazıldı bu yazı... Paçaların sıvanmadığı İstanbul’da!.. Çünkü görülecek, sularından geçilecek bir deresi kalmadı bu kentin.”
BİR AVM’YE KAÇ KUŞDİLİ ÇAYIRI SIĞAR?
Yazar Müge İplikçi, geçtiğimiz günlerde Vatan gazetesindeki köşesini Kuşdili Çayırı'na AVM konusuna ayırdı. Kuşdili'nin Salı Pazarı olduğu zamanı anlatan İplikçi, şunları ifade ediyor; “Kuşdili Çayırı. Onun bir mesire alanı olduğu zamanlara, yani çok eskilere gitmeyeceğim. Daha yakınlarda Salı Pazarı’nın betondan çayırıydı orası. Çayırdan vazgeçeli epey olmuştu, ‘ne yapalım betonsa beton’ deyip bağrımıza basmıştık; çağımızın betona yazılmış hikâyelerinin de bir parçasıydı sanki. Yolu nereye düşerse düşsün pusulası kuzey diye hep Kadıköy’ü gösteren bir insan olarak Salı Pazarı’nın taşınmasına isyan etmiştim. Hatta hızımı alamayıp orada saklı çocukluk anılarım yüzünden (aslında sayesinde) hayatımda ilk defa bir çocuk kitabı bile yazmıştım. Pazarın taşınmasındaki gerekçe trafiğin yarattığı keşmekeşti. Bunu bir yere kadar anladık ve saygı duyduk.
Ancak son gelen haberler işin trafik keşmekeşiyle ilgili olmadığına dair ipuçları taşıyor. Kuşdili betonunda bir yaşımıza daha gireceğiz arkadaşlar!
Burada yeni bir AVM (Alışveriş Merkezi) kurulması yolunda inatla atılan adımlar olduğunu biliyoruz. Fonda ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve onaylanmış yeni bir imar planı var. Bu plana göre, sanki bu konuda çok eksiğimiz varmış gibi, başta Kuşdili olmak üzere sağda solda yeni AVM’lerimiz olacak! Projenin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından da onaylandığını hemen belirtelim... Doğal olarak Kadıköy halkı bu karara tepkili. Kadıköy Belediyesi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bir itiraz dilekçesi hazırladı ve halkı bu tuhaf karara itiraz etmeye davet etti, imzalar toplanmaya başladı. Güzel... Ancak bunun yeterli olmadığını biliyoruz. Bu tür konularda itirazlar yapılıyor, kampanyalar başlıyor, imzalar toplanıyor, ciddi bir kamuoyu tepkisi ortaya konuluyor, bu uğurda insanlar canla başla çalışıyor. Sonuçta proje durduruluyor. Demokratik bir sürecin işlediğini bile düşünüyorsunuz. Gelin görün ki devamı böyle gelmiyor, sorunlu süreç tam da burada başlıyor. Proje durduruluyor durdurulmasına ancak çok kısa bir süre sonra hiçbir şey olmamış gibi eski proje iki-üç ufak değişiklikle yeniden devreye sokuluyor! Buna örnek teşkil eden o kadar çok yaşanmış olay var ki... Bu projeye itiraz edenlerden biri olarak özellikle buna dikkat etmemizi rica ediyorum. Kısacası sürecin bütün aşamalarına! Yazının başlığını atarken ‘Bir AVM’ye Kaç Kuşdili Çayırı Sığar?’ diye sordum. Değil bir, bin AVM’ye sığmaz Kuşdili. Dahası yaşanmışlıkla yaşanacak olan arasında oluşturulacak derin çatlak sağcı-solcu dinlemez gün gelir hepimizi yutar. Kadıköylüler, bu alanın, tıpkı çok eskilerde olduğu gibi yeşillendirilmesini, şu an hizmet veren otoparkın yeraltına çekilmesini ve olası bir depremde sığınabilecekleri doğal sit alanı olan Kuşdili’nin kendilerine geri verilmesini istiyor. Haklılar. Büyükşehir’in bunu politik bir malzeme olarak görmemesini, bu yaşamsal isteğe ve insanların sesine gerçekten kulak vermesini diliyorum.
Neyzen Tevfik, Kuşdili ve yüz karası...
Rivayet o ki Neyzen Tevfik, bir gün Hamdi'nin gazinosunda bir yandan demlenir, bir yandan ney çalarken,y anına bir boyacı çocuk yanaşır;
-Amca, boyayayım m?
Neyzen çocuğa para verdikten sonra yere sırtüstü uzanır:
-Gel, yüzümü boya.
Yüzü boyanınca, Kadıköy'deki başka bir meyhaneye, Papazın Bağı'na gider. Burayı mekân tutmuş olan Ahmet Rasim, onu görünce:
-Ne bu hal Neyzen? Kuşdili Tiyatrosu'nda Arabın İntikamı'nı mı oynadın?
Neyzen güler:
-Merhamet insanın yüzünü bazen kara çıkarır.
Boyacıya acıdığını söyleyip olayı anlattıktan sonra ekler:
-Kainata bir de bu heybette görüneyim dedim. Allah'a şükür ki böyle bir yüz karam oldu. Ya çıkmazına boyansaydım!?