Dile kolay tam 65 yıldır Türkiye’nin gündeminde öyle ya da böyle Avrupa Birliği (AB) var. Üye olduk mu, olacak mıyız, ne zaman olacağız, bizi istemiyorlar, yoksa istiyorlar mı derken, bir insan ömrü kadar süre geçti. Daha da geçeğe benzer gibi. Zira, yakın zamanda bu konuda iki gelişme yaşandı. Bunlardan ilki; geçen yılın son ayında yapılan AB Konseyi’nin liderler zirvesinde Türkiye konusunun gündemden çıkarılmasıydı. AB yetkilileri, uluslararası alandaki son gelişmeler nedeniyle Türkiye’yi konuşmayı bu yılın Mart’ına erteledi. Diğer bir gelişme ise AB üyesi 6 ülkede düzenlenen bir anket oldu. AB vatandaşlarının yakın bir gelecekte yeni üye kabulü konusunda çok istekli olmadığını ortaya koyan araştırma, Türkiye'nin AB'ye katılımına karşı güçlü bir muhalefet (yüzde 51’i) olduğunu ortaya çıkardı.
Bu gelişmeler üzerine biz de, merkezi Koşuyolu’nda bulunan Türkiye Avrupa Vakfı’nın (TAV) kapısını çaldık. Vakfın Genel Sekreteri M. Emre Gür ile bu güncel gelişmeler ışığında hem Türkiye’nin AB yolculuğunu hem de vakfın çalışmalarını konuştuk.
Aslında bu beklediğimizden daha kritik bir gelişme oldu ama sonuç bu kadar kritik olur mu bilemiyorum. AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in raporu yeterince tartışılamadı. Diğer yandan Gazze'de yaşananlar hali hazırda tüm dünyanın gündemini meşgul ediyor. Bu açıdan gündemde öne geçmemesi normal. Ancak 2024, pek çok ülkede kritik seçimlerin olacağı bir sene. Bu tarafıyla da Türkiye dahil farklı ülkelerde seçim gündeminin bir parçası olma riski taşıyor burada ele alınacakların. Aşırı sağın güç kazandığı bir seçim ortamında Avrupa'da Türkiye tartışmasının çok verimli geçeceğini zannetmiyoruz ne yazık ki.
Avrupa'da artan merkez sağ, ister istemez kendine farklı yerlerden karşılık buluyor. Göç ve post pandemi sonrası yaşanan o ekonomik sıkıntının doğal sonucu olarak, ekstrem sağ giderek daha yükselişte. Ekstrem sağ yükselişi de aslında kendi kültürü dışında olanı sürekli dışarıda tutuyor. Bunun doğal sonucu olarak da, yoğun bir şekilde Müslüman kimliğiyle anılan Türkiye'ye karşıt reaksiyon da artıyor. Mesela Wilders vakasını anımsayalım. Hollanda’da aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) lideri Geert Wilders, Fenerbahçe ve Galatasaray arasında, Suudi Arabistan’da yapılacak olan maçın iptal edilmesinin ardından, ‘Seküler Türkiye kazandı’ babında bir paylaşım yaptı ki kendisi Erdoğan'a sürekli İslami kimliği üzerinden referans veriyor. Avrupa’da İslam düşmanlığı da İslamofobi de, yabancı düşmanlığı da artıyor. Yani, Avrupa'nın - o Türkiye'nin adayı olduğu dönemdeki- prosperitesi ve çok kültürlülüğe bakışı değişti. Burada yine Avrupa dediğimiz zaman bir mono blok olarak da almamak lazım. Bunu sıkça söylüyorum. Örneğin İsrail- Filistin savaşına karşı bakış ve duruş ülkeden ülkeye çok farklı. Bir sıkıntı da o zaten aslında. Hani AB İspanya'sına gittiğimiz zaman yabancı düşmanlığının daha az olduğu, Türklere karşıda daha afirmatif bir görüntü görüyorken; ekstrem sağın kuvvetli olduğu ülkelere bakınca Türkiye’ye daha karşıt görüş var. Bu konuda sıkı direnişçilerden bir tanesi Avusturya'dır.
Avusturya’da net bir Türk karşıtlığı var. Her ülkenin de kendi dinamikleri başka tabii. Avusturya'da yaşayan göçmen Türk nüfusu biraz daha muhafazakar bir cenahtan geliyor. Dolayısıyla Avusturyalıların Türklerle tanışıklıkları daha farklı. Almanya'da Türklerin entegrasyonu ile Avusturya yada Belçika'daki Türklerin entegrasyonu çok başka. Türk kimliği orada nasıl yansıyor çok önemli. Mesela Almanya'da şunu görüyoruz; yeni göç dalgaları geldikçe ‘ya Türkler iyi bir göçmen topluluğuymuş’ deniliyor. Keza İngiltere’de de göçmen Türklerle ilgili çok pozitif şey duyabilirsiniz.
2001’de, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde, halkın tüm kesimiyle bütünleşmesi ve bunu özümsemesi; ilgili kurum, kuruluşlarla birlikte katkı sağlamak ve her türlü çabayı yürütmek için kuruldu. Tahmin edeceğiniz üzere reform ajandasının yoğun olduğu bir dönemdi. Türkiye’nin ve Avrupa ile ilişkileri 1996 Gümrük Birliği’nin de devreye alınması gibi süreçlerin sonrasında ilerlemişti. 2005 gibi tam adaylık statüsünün de verilmesiyle, böyle bir oluşum için ne kadar zamanlı bir aksiyon aldığımızı bir kez daha görmüş olduk. Zaman zaman ilişkilerde hızlanmalar yavaşlamalar gibi süreçler yaşadık ama vakfımız kurulduğu misyonu o yıldan beri yerine getiriyor.
TAV’ın kurucusu, aynı zamanda Onursal Başkanı Ziya Müyezzinoğlu. Kendisi hem Ankara Anlaşması’nın hazırlığı gibi önemli dönemlere tanıklık etmiş, hem de AB nezdinde büyükelçilik yapmış bir isim. Kendisinin Maliye Bakanlığı yaptığı dönemde AB ile olan ilişkilerimiz derinleşmişti. Ayrıca politika, sanat, bürokrasi ve iş dünyasından yaklaşık 150’ye yakın isim vakfın kuruluşunda yer aldı. Ortaya çıkan birleştirici tablo, bizim için her zaman gurur kaynağı. Bugüne geldiğimizde Ziya Müyezzinoğlu’ndan başkanlığı devralan, Tevfik Altınok ile yolculuğumuza devam ediyoruz. Kurucu üyelerimiz arasında yer alan Tevfik bey, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde tarihsel önemli katkılar sunmuş kıymetli bir isim.
AB UZMANI KİMDİR?
‘AB işleyişi, kurumları ve program uygulama biçimlerini biliyor olmak’, AB uzmanlığı olarak tanmlanabilir. AB uzmanlığı dediğimiz şey aslında genelci bir taraftan ele alınabilirken, altında çok boyutlu disipliner uzmanlıklar da getiriyor beraberinde. Örneğin AB göç politikaları, dış politikası, enerji politikası gibi çok boyutlu derinleşme alanları sözkonusu. Üyelik süreci 35 ayrı başlıkta müzakereyi gerektiriyor. Biz TAV olarak tüm bu alt başlıklarda içerik üretmek için alanında deneyimli, çok sayıda farklı uzman ve kuruluşla çalışıyoruz.
Yeni Yönetim Kurulu’nda kamu, özel sektör, akademi ve sivil toplumdan oldukça saygın isimlerin bir araya geldiği bir yapı oluşturduk. Cinsiyet ve yaş dengesine de dikkat ederek bir liste oluşturduk. TAV Başkanı Tevfik Altınok’a bu konudaki hassasiyeti için teşekkür borçluyuz. Göreve geldiği günden beri hem yönetim hem de süreçlerin reformu açısından oldukça önemli bir çaba harcadı.
TAV kurulduğu ilk günlerde daha çok kurucuların taşın altına elini koyması ve her birimizin kişisel bağlantılar üzerinden özel sektör sponsorlukları ile projelerini gerçekleştirdi. Bu sürecin devamında ise Avrupa Birliği ve Türkiye’nin ortaklaşa yürütmüş olduğu Sivil Toplum programları en büyük gelir kaynaklarımızı oluşturdu. Özellikle kamu kaynakları ile gelen projeleri hayata geçiriyoruz.
“KADIKÖY’ÜN YÜZÜ AVRUPA’YA DÖNÜK”
Vakıf merkezimiz ilk önce Beyoğlu’ndaydı. Sonra, Ziya Müezzinoğlu’nun yönlendirmesi ile Koşuyolu’nda, bugün bulunduğumuz binaya taşındık. Sanırım alınan en doğru kararlardan biri de buydu. O günden bu yana Kadıköy bölgesinde bizim gibi vakıfların yanı sıra pek çok sivil toplum kuruluşunun Kadıköy’ü tercih ettiğini görüyoruz. Yüzü Avrupa’ya dönük, küresel trendleri takip eden ve buna uygun davranan bir yaşamı Kadıköy’de bulmak çok zor değil.
Kadıköy’e özel çok fazla projemiz oldu. Özellikle Kadıköy Belediyesi’yle ortak çalışmalarımız var. Avrupa’dan iyi bir model olan iklim elçileri sisteminin kurulması ve Kadıköy iklim eylem planının çıkarılması gibi alanlarda AB fonları ile ilgili işbirliğimizi çok önemli görüyoruz. Bir projeden öteye giden çalışma şuan Kadıköy’ün Avrupa iklim hedeflerine ve küresel taahhütlere en uygun biçimde ilerleyen sayılı belediyelerden biri olmasına da katkı sağladı. Ayrıca gerek kültür gerekse sanat alanında çeşitli etkinlikler ve kent konseyine katılım nezdinde de Kadıköy’e mümkün olabildiğince katkı sağlamaya çalışıyoruz. Dönüşümün, bulunduğu yerelden başladığına inanan bir ekibiz.
“GÜNDEMİN ESİRİ OLMAK…”
Tüm bu süreç içinde Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkileri için çok fazla metafor kullandık. Vals, tren yolculuğu, uzun ince bir yol, yılan hikayesi… Metaforluğun çokluğu ilişkinin zorluğunu anlatmaya yetmiyor ve fakat öneminin altını çiziyor. Yaşadığımız coğrafyada Türkiye’nin Avrupalı kimliğini kabul etmemek sanırım mümkün değil. Ancak diğer yandan bu ilişkinin zorluğunu kabullenen bir yerden bakıyoruz. Her ikili ilişkide olduğu gibi tarafların çokça hata yaptığını kabul etmekten başka çare yok. Ve amacı unutmadan burada hedeflere odaklanılması gerektiğini düşünüyorum.
Bu biraz da karar alıcıların hatası. Stratejik konular ne yazık ki gündemin esiri oluyor. AB ile tam üyelik ve müzakere süreci bir devlet politikası olarak ele alınmalı. AB’den de pactasund servande (ahde vefa: uluslararası hukuk kurallarının oluşmasında etkili olan ve devletin anayasasında var olan ve devlete antlaşma yapma yetkisi tanıyan kural) dediğimiz verilen taahhütlere uygun davranmasını ummalıyız. Parametrelerin değiştiği noktalarda da bunlar adapte olma becerisini göstermeliyiz. Gündemin esiri olmak söylemi sanırım en çok bu ilişkide geçerli. Bir diğer yandan, medya bu aşırı uzun yolculuğun popüler taraflarının daha çok yer alması bizi şaşırtmamalı. İlk başta kokoreç gibi daha eğlenceli gündemlerimiz varken, şimdilerde çok daha tatsız konulara geçer olduk.
Sanırım ismimiz bu konuda yeterli sinyali veriyor. Kesinlikle evet...
Profesyonel iş hayatımı anlatırken en çok aldığım soru bu oluyor. Ne yazık ki ilk zamanlarda olduğu kadar pozitif değilim. AB’nin aslında genişleme politikası dediğimiz konuda artık net cevaplar veremiyor olması iyimser olamama sebeplerimden biri. Eski Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker döneminde geçici bir süre durdurulan genişleme sadece Türkiye için değil, kabulü görece daha kolay olan Balkan ülkelerinin de adaylığı açısından süreci oldukça yavaşlattı. Sınırların neresi olduğuna dair tartışma ise Ukrayna’nın Rusya savaşı sonrası aday gösterilmesiyle tekrar alevlendi. İlişkilerimizin mevcut durumu ve AB’nin güncel tartışmaları açısından bakınca bu soruya evet diyebilmek mümkün değil. Ama dünya gündeminin bu hızla değiştiği ve küresel politikada dengelerin bu kadar oynadığı bir dönemde biraz daha bekleyip görmemiz gerekiyor. Bu süre zarfında TAV olarak biz de bu konuda çabalamaya devam edeceğiz.
Her projemiz TAV’ın misyon ve vizyonunu yansıtan konular etrafında şekillendi. Bunların bir kısmı sivil toplumun AB ve AB hibe programlarına dair algılarını ölçerek onların bu konudaki kapasitelerini geliştirmeye yönelik araştırma raporları ve eğitim programlarından oluşuyor. Bir diğer kısmı ise sivil topluma AB ile ilişkilerin, bu alanda ne gibi gelişmeler sağladığını ve bu ikili ilişkinin bu alanda nasıl daha faydalı hale getirilebileceğine dair çalışmaları kapsıyor. Şu an yürütmekte olduğumuz projelerimiz, demin bahsettiklerimden biraz daha farklı konu başlıklarını içeriyor. SAHNE projemiz yapay zeka aracılığıyla medyada yer alan sahte haber ve nefret söylemiyle mücadelede erken uyarı sistemi geliştirmeyi amaçlıyor. Diğer projemiz ise 'Women in Foreign Policy' ekibiyle beraber yürüttüğümüz genç kadınların siyaset, uluslararası ilişkiler, diploması ve dış politika alanlarındaki kapasitelerini geliştirirken aynı zamanda dış politika alanında genç kadınlardan oluşan bir topluluk oluşturmayı hedefleyen çalışmaları içeriyor. Ayrıca uzun zamandır kesintisiz sürdürdüğümüz gençlik projelerimiz var.
Sıklıkla seçime giden ve toplumsal kutuplaşmanın seçim ve gündelik siyaset içerisinde araçsallaştırılmasına tanık olduğumuz bir düzlemde sahte haberler ve nefret söylemleri stratejik olarak kullanılıyor. Kişiler hususunda kimlik temelli nefret söylemleri hali hazırda birbiri ile etkileşime geçmeyen kesimlerin arasında bulunan çizgileri belirginleştirmek için çoğunlukla araçsallaştırılıyor. Dahası sahte haberler çoğunlukla belli grupları hedef almak için bilinçli bir şekilde üretiliyor. İçeriği ile oynanmış veya özellikle belli grupları hedef almak için tasarlanmış içerikler maalesef çok fazla etkileşim alıp, son derece hızlı bir şekilde yaygınlaşıyor.
Toplumsal kutuplaşmanın yoğun yaşandığı bir dönemdeyiz. Özellikle de sosyal medya ve bu mecrada türeyen haberler ve söylem bu kutuplaşmayı olumsuz yönde körüklüyor. Tam demokratik ve insan haklarına saygılı bir perspektifle süreçlere katkı koymayı hedefleyen bir oluşum olarak, AB destekli ve yenilikçi bir proje bu. Türkiye’deki nadir örneklerden biri olan projede dijital araçlar ile gelenekselleri hibrit bir şekilde kullanıp, oldukça geniş bir hedef kitleye erişiyoruz. Projenin esas hedefi sahte haber dağılımını ve nefret söylemi üreten içerikleri önceden tanıyacak ve oluşturacağımız gazeteciler ağına bildirecek bir algoritma geliştirmek. Gençler ve gazeteciler için eğitim kampları ile sahte haber ve nefret söylemini kişilerin kendi başlarına tespit edebilmelerini hedefliyoruz.
AB okuryazarlığını arttırmak, bu konuda fırsatları takip etmek için okuyucularınızı, özellikle de bu alanda çalışan bizim gibi kurumları takip edip, destek vermeye çağırıyorum. Önümüzdeki dönemde en çok buna ihtiyacımız olacak.