Mekanda Adalet Derneği’nin dergisi Beyond İstanbul’un 12. sayısında depremler masaya yatırılıyor. “Mekânda Adalet ve Deprem” temasını taşıyan yeni sayıda, deprem tartışmalarını rakamların ve kırmızı alarm durumunun ötesine, toplumsal adalet eksenine çekmeyi öneriyor.
6 Şubat depremlerini bir doğa olayını afete dönüştüren siyasal ve toplumsal dinamikleri göz önüne seren yeni sayıda, Depremin Politikliği: Adaletsizlik, Risk, Dirençlilik, 1975 Lice Depremi: Bir Afet Coğrafyası, Harabe Olmuş Gelecekler: Deprem Sonrası Van’da İstikrarsızlıkla Başa Çıkmak, Sayılar ve Senaryolar Beklenen İstanbul Depremi Hakkında Bize Ne Söylüyor? Deprem Hazırlığında Özgür Yazılım ve Açık Kaynak Kullanımı, Sayısal Göstergelerin Ötesinde Depremi Konuşmak, Çevre Hukuku Bağlamında Çevresel Bilgilendirme Yükümlülüğü ve Deprem İlişkisi Üzerine, Kentlerde Beklenen İkincil Afet: Asbest, Deprem ve Kırılgan Gruplar, İstanbul’da Deprem Riskinin Bir Cephesi Olarak Kanal İstanbul ve Afetler ve Sosyal Konut Pratikleri başlıklarında inceleme ve röportajlar, yerli ve yabancı yazarların yazıları yer alıyor.
Mekanda Adalet Derneği adına Bahar Bayhan’ın kaleme aldığı önsözde, Türkiye’nin, deprem kuşaklarının bulunduğu bir coğrafyada yer alması ve periyodik aralıklarla çeşitli depremleri tecrübe etmesinin, depremin ülkenin makus talihinin bir parçasıymışçasına gündemde yer bulmasına neden olduğu anımsatılarak, kaçışı olmayan doğal afet anlatısının toplumda yavaş yavaş dönüşmeye başlamasının ise 1999 Marmara Depremi’nin ardından, dönemin önemli figürü Prof. Ahmet Mete Işıkara’nın “deprem öldürmez, binalar öldürür” şeklindeki meşhur sözünün sloganlaşmasıyla olduğu ifade ediliyor. Yazıda, “Depremin kaçınılmaz ama etkilerinin azaltılabilir olduğu fikri yaygınlaşmaya başladı. Öte yandan bugüne kadar deprem riskine karşı alınması gereken önlemlerin teknik uzmanlığa indirgendiğini, depremin büyüklüğüne ve ölüm sayılarına, hasar oranlarına odaklanan tartışmaların da çözümleri toptancı bakış açılarına hapsettiğini görüyoruz. Bu sayımızda depremin yakıcılığını göz ardı etmeden, toplumsal eşitsizliklerle kesişimine ve bunun yanı sıra adalet arayışları ve mücadele deneyimlerine odaklanan yazılar ve fotoğraflara yer veriyoruz. Bu sayının, depremlerin toplumsallığını ve politikasını irdelemek için bir zemin oluşturmasını umut ediyoruz.” deniliyor.
BİR DİRENİŞ ÖRNEĞİ
Dergide Kadıköy’le alakalı öne çıkan başlık ise, şimdiki Moda Bostanı’nın hikayesi. Liana Kuyumcuyan, “Deprem Toplanma Alanında Yapılaşmaya Karşı Bir Direniş Örneği: Eski Moda Sabit Pazarı, Yeni Moda Bostanı” başlığını taşıyan yazısında, alanın deprem toplanma alanı olarak belirlenmesinin ardından mekânın işlevsel dönüşümünü irdeliyor. “Sayıları giderek azalan deprem toplanma alanları, bugün yeni düzenlemeler sonucu okul bahçeleri ve parkların bulunduğu bölgeler olarak belirlenmiş durumda. Bünyesindeki bütün parkları deprem toplanma alanı olarak tanımlayan Kadıköy Belediyesi, İstanbul’da en fazla yeşil alana sahip ilçelerden. Şimdiye kadar park olarak işlevlendirilmemiş kentsel boşlukların çoktan dolduğu ilçede, bu boşluklardan biri tersine dönüşümle deprem toplanma alanı hâline getirilmişti: Caferağa Mahallesi’nde bulunan Eski Moda Sabit Pazarı veya bugünkü adıyla Moda Bostanı. Bu yazıda, Moda Bostanı Sokak ile Şair Nefi Sokak arasında kalan bu haritada tanımlı, gündelik hayatta tanımsız 3.800 metrekarelik kent boşluğundan bahsedeceğim” diyen Kuyumcuyan, uzun süre tartışmaların odağında yer alan alanın tarihini aktarıyor.
“Moda Bostanı’nın bu tartışmaların göbeğinde olmasının en büyük nedeni, alanın sürekli bu tanımsız ve afet ânını bekler hâlinin tekinsizleşmeyle ilişkilenmiş olması, bir türlü tam olarak sahiplenilmemesi ve bu nedenle boş kalmasıdır. Bu alanın açtığı tartışma, artık var olmayan diğer yerler için de düşünülmelidir: Deprem toplanma alanı olarak atanan mekânların, sadece bu amaçla tanımlanması mümkün müdür?” diye soran Kuyumcuyan, şu görüşleri ifade ediyor: “Bu örnekte olduğu gibi iletişim ve örgütlenme konusunda deneyimli diğer mahallelerde de karar alıcıların mahalleliyle aynı örgütlenme isteği ve becerileri gösterebilmeleri, bu tip kent boşluklarının hem varlıklarının kabul edilmesi hem de potansiyellerinin fark edilmesine katkı sağlayacaktır. Bu mekânların deprem toplanma alanı olarak varlığını sürdürememesi ve ranta açılmasının ardında, sahiplenilmedikleri için tekinsizleşmeleri ve belediyelerin son raddede alana el atması yer almaktadır. Toplanma ve çadır alanı olarak kapasitesini koruyabilmesi için bu alanlara kalıcı müdahaleler yapılmaması, alanların tanımlanamaması ve sonra da mahallelinin bu alanları hiç kullanmamasıyla sonuçlanarak içinden çıkılamaz bir döngü oluşturmaktadır. Bu noktada hem deprem toplanma alanlarının sahiplenilmesi, bilinmesi ve korunabilmesi hem de kentte bu tip boş alanların korku mekânı olmasını engellemek için bu alanları kullanıma açmak üzere teşvik edici etkinlikler veya mobil tasarımlar önermek bir başlangıç olabilir. ”