Her sayısında farklı bir konuyu mekânsal adalet perspektifinden inceleyen beyond.istanbul’un yeni sayısı deprem temasıyla çıktı. Konuk editörlüğünü Eray Çaylı’nın yaptığı bu sayı, depremlerin toplumsallığını ve politikasını irdeliyor. “Mekânda Adalet ve Deprem” başlıklı on ikinci sayı, deprem tartışmalarını sayısal göstergelerin ve kırmızı alarm durumunun ötesine taşırken; toplumsal eşitsizliklere, adalet arayışlarına ve mücadele deneyimlerine odaklanan yazılara ve fotoğraflara yer veriyor. Bu sayının konuk editörlüğünü üstlenen Eray Çaylı ile depremin politika, adalet ve mücadelelerle olan ilişkisini konuştuk.
-İlk olarak beyond.istanbul'un son sayısını konuşalım isterseniz. Bu sayı İstanbulların hayati gündemlerinden biri olan depremi ele alıyor. Neler var bu sayıda?
“Mekânda Adalet ve Deprem” sayısı orijinal makaleler, çeviri yazılar, röportajlar ve çizimlerden oluşan çok çeşitli bir içeriğe sahip. Örneğin, depreme hazırlık ve deprem sonrasına dair ana akım yaklaşımlardan ya da bunların bıraktıkları boşluklardan zarar görmüş kesimlerle yan yana durma emeğini verenlerle yapılan mülakatlar var. Konuyla alakalı bilimsel disiplinlerden gelen araştırmacıların işlerini içeren ve sorgulamayı kendi disiplinlerinin ön kabullerine de yönelten içerikler var: 2010 Haiti Depremi akabinde uygulamaya konulan tıbbi yardım pratikleri üzerine yazan bir doktor, 1975 Lice Depremi sonrası ortaya çıkan barınma sorununa geliştirilen tavrı sorgulamaya açan bir mimar, coğrafi-mekânsal veri üretiminin kanıksanmış erişilemezliğini kendine dert edinmiş gönüllü haritacılar ve daha niceleri. Sayı, depreme hazırlık ve depremin yaralarını sarmak kadar, depremi anlamlandırmaya dair yerleşik yaklaşımları da tartışmaya açmak istiyor.
-Siz de yazınızda deprem ile politika arasında bir bağlantı kuruyorsunuz. Bunu açar mısınız?
Sayının amacı doğal afetin kendi toplumsallığı ve politikliğini irdelemek ya da daha somutça bahsedersek depremin toplumsallığı ve politikliğini doğrudan depreme dair tahayyül ve teamüller üzerinden kurulan olgular olarak ele almak. Bu amacı şöyle açabilirim: Örneğin “depremde yoksullar ölür” veya “deprem odaklı kentsel dönüşümün tek amacı ranttır” gibi söylemler, meseleyi her zaman her yerde aynı şekilde işlediği farz edilen “rant” ve “yoksulluk” gibi genel ekonomi-politik olguların birçok alt başlığından biri olarak ele alıp müphemleştiriyor. Biz ise, bu sayıda şunu göstermeyi amaçlıyoruz: depremde yoksullar ölse de ölmese de depreme hazırlık ve depremin yaralarını sarmaya dair ana akım pratikler yoksunluğu (üstelik sadece iktisadi değil toplumsal ve kültürel anlamda yoksunluğu da) bizatihi üretiyor. Bina dönüşümü üzerinden kurgulanan depreme hazırlık politikaları ise ranta dayalı olsalar da olmasalar da (zira rant her yerde aynı şekilde üretilmiyor ve paylaşılmıyor) halihazırdaki toplumsal dirençlilikleri örseliyorlar. Dolayısıyla biz bu sayıda şunu savunuyoruz: Gelin depremin ekonomi-politiğini doğrudan depreme dair tahayyül ve teamüllerin konusu olarak ele alalım.
AFETE DİRENÇLİ KENTLER
-İstanbul'daki son depremin ardından üç yıl geçti. Çok etkili olmasa da o dönem hemen hemen herkes depremi ve depremin olası etkilerini konuşuyordu. Ancak pandemiyle birlikte başka gündemlerimiz oldu. Şimdi de ekonomi ve yoksulluk temel gündemimiz haline geldi. Bugünkü koşullarda depremi nasıl ele almalı ve konuşmalıyız?
Sizin “pandemiyle birlikte başka gündemlerimiz oldu” deyişinizi anlayabiliyorum. Ancak sanırım burada bizlere düşen tam da pandeminin de bir tür afet olması hasebiyle depreminkine benzer bir düzlemde vuku bulduğuna dikkat çekebilmek. Yoksulluk gibi iktisadi meselelerin de tam da halk sağlığı gibi ya da depreme hazırlık gibi alanlarda sürekli yeniden kurulduğuna dikkat çekmemiz gerekiyor. Örneğin, pandeminin konusu olduğunu söyleyebileceğimiz halk sağlığını sadece hastane sayısı ve hastanelere erişebilen vatandaş sayısı üzerinden anlama eğiliminde olursak yetersiz kalırız. Yürünebilen, bisiklete binilebilen, gıda güvenliği anlamında hesaplı ve kendi kendine yetebilen, insanların sosyal ilişkilerine vakit ayırabildiği ve ölümüne çalışmadıkları, birbirleriyle dayanışabildikleri bir kent halk sağlığı anlamında da dirençli bir kenttir. Depremi de bu şekilde ele alabiliriz. Zemin sağlamlığı ve bina sağlamlığı gibi bilgilerin demokratik bir şekilde üretildiği, paylaşıldığı ve kullanıldığı bir kent, deprem toplanma alanları yapılaşmaya açılmayan bir kent, tabandan gelen dayanışma ağları kuvvetli olan bir kent depreme de hazırlıklı bir kent olacaktır.
-Son üç yılda bu konuda ciddi bir çalışma yapıldığını söylemek mümkün mü?
Bu sayıda bu soruyu ele alan içerikler bulunuyor. Örneğin Yer Çizenler Derneği adındaki bir inisiyatifle yapılan bir mülakat var. Dernek gönüllüleri coğrafi veriyi halka açık bir şekilde üretip görselleştirme hedefindeler ki bilginin demokratik üretimi ve paylaşımı aslında depreme hazırlığın ilk aşaması denilebilir. Yine mahallelerde deprem toplanma alanlarına yönelik yapılaşma tehdidine karşı duranlar, mahallelerinin yoğun ve yüksek katlı yapılaşmanın konusu kılınmasının önüne geçmek için organize olanlar, afet sonrası yapılaşmayı daha eşitlikçi ve toplumsal dayanışmayı destekleyici şekilde kurgulamaya çabalayanlar, toplumun en dezavantajlı kesimlerini kendi ayakları üzerinde durabilmeleri için destekleyenler var bu sayıda. Bunların hepsi deprem riskine konuşan pratikler. Deprem riskini azaltmak bir yana dursun, bu riskin toplum ve coğrafya üzerinde yeniden ve adaletsizce dağıtılmasının önüne geçen pratikler diyebiliriz bunlar için.
-Bir yandan da konut ve barınma krizini konuşuyoruz ve tartışıyoruz. Pandemiden önce depreme dayanıklı ev bulmak ve kiralamak görece daha elverişliydi. Ancak ücretli çalışanlar için bu durum imkânsız hale geldi. Dolayısıyla insanlar "depremi umursamadan" riskli binalarda yaşamak zorunda kalmaya devam ediyor. Barınma krizi ve deprem arasında nasıl bir ilişki kurulabilir. Bugünün sert koşullarını göz önüne alarak nasıl konuşabiliriz bu durumu?
Barınma krizi elbette depremle doğrudan ilişkili. Fakat depreme dayanıklı ev ve deprem riskli binanın ne olduğuna dair yerleşik algıları da tartışmaya açabilmeliyiz. Bina sağlamlığına dair bilginin bugün yapılaşmayı kolaylaştırmak üzere nasıl kolayca bir formaliteye indirgenebildiğini biliyoruz. Öncelikle güvenilir ve adalet arayışına çanak tutabilecek türden bir sağlamlık ve risk bilgisini nasıl üreteceğiz, paylaşacağız ve kullanacağız, bunun üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bunun sonrasında ise halihazırdaki sağlam ve risksiz ikamet pratiklerine bakarak buralardan bir şeyler öğrenmeye çalışmamız gerekiyor. Örneğin gecekondu addedilen alanların hepsi olmasa da bazılarında mutlaka gördüğümüz yapı yoğunluğunun ihtiyaç üzerinden şekillenmesi, küçük ölçekli de olsa tarıma açık alanların bulunması ve toplumsal dayanışmayla el ele kol kola şekillenmiş fiziksel örüntü gibi özelliklerden dersler çıkarabilmeliyiz ve barınma meselesine dair geliştireceğimiz tahayyülleri içerisinde bulunduğumuz bağlama özgü bu pratiklerden hareketle geliştirebilmeliyiz. Bunları yaparsak, riski ve sağlamlığı da sadece binaların konvansiyonel anlamdaki fiziki özelliklerinden ibaret görmemiş oluruz. Risk ve sağlamlık bu özellikleri elbette içerir ancak bunlardan ibaret değildir. Öz kaynaklarıyla ayakta durabilmek, birbiriyle dayanışabilmek, birlikte üretebilmek ve hayat şartlarını beraberce iyileştirebilmek gibi faktörleri de bu bağlamda göz önünde bulundurmalıyız.