Gündüz Vassaf: MOSTARİ KÖPRÜSÜ'NE BORCUMU ÖDÜYORUM

Prens adalarının en kuytusunda, adıyla müsemma güzellikteki Sedef adasında ziyaret ettiğimiz Mostari Köprüsü’nün hayali bekçisi, psikolog - yazar Gündüz Vassaf ile Caddebostan Kültür Merkezi’nde açılan sergisini bahane edip, acılar kadar mutluluklara da şahitlik etmiş köprünün 500 yıllık tarihinden Balkanların bugününe, ABD’de katıldığı 68 gençlik hareketinden Gezi direnişine, Tan gazetesi olaylarından çocukluğunun ilk anılarını yaşadığı Moda’ya kadar birçok konuyu konuştuğumuz hem çok keyifli hem de ufuk açıcı bir söyleşi yaptık.

25 Temmuz 2013 - 12:16

Röportaj: Semra ÇELEBİ
Fotoğraflar: Gökçe UYGUN
Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nin, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık işbirliğiyle açtığı, 31 Ağustos’a kadar sürecek olan “Mostari / Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü” sergisiyle başladı her şey… Kitaplarıyla ve gazete yazılarıyla tanıdığımız psikolog – yazar Gündüz Vassaf’ın aynı adlı kitabından uyarlanan sergi, Mostar merakımızı o kadar arttırdı ki, kendisiyle bir röportaj yapmak kaçınılmaz oldu. Kayıt cihazımızı, fotoğraf makinemizi kaptığımız gibi düştük, yaşadığı Sedef adasının yollarına… Bizim için hem bir ada hem de bir ustanın keşfi oldu bu yolculuk…
ABD’de doğmuş, çocukluğunun ilk yıllarını dayısı Zekeriya Sertel’in Moda’daki evinde yaşamış, bu evde Nâzımların, Sabahattin Alilerin, ülkesine dair derdi olan birçoklarının tartışmalarına tanık olmuş, ama bunlardan çok Moda’da gördüğü ağaç kökleri aklında kalmış bir çocukla; Vietnam savaşına karşı Pentagon’a yürüyen ve polisin üzerine doğrulttuğu silahların namlusuna çiçek takanlar arasında olan bir gençle; 77 1 Mayıs’ında Taksim’e coşkuyla giden ancak katliamdan şans eseri kurtulan bir tanıkla ve nihayetinde bir köprünün sadece bir köprü olmayabileceğini, hepimizden çok fazla şey yaşadığını gören ve anlatan bir gezginle tanıştık. Velhasılı, tam adı Ali Yusuf Hatic Gündüz Vassaf olan bu güzel ustayla, Mostari köprüsünden başlayan sohbetimiz, gençlerin ipek yolu dediği internet dünyasına kadar uzadı. Biz bu sohbetten çok keyif aldık, umarız siz de okurken alırsınız bu keyiften payınızı…
 
-Mostari günlükleriniz bir sergi oldu. Nedir bunun hikâyesi?
Bildiğiniz gibi Mostar ve köprü 500 yıllık bir tarihi olmasına rağmen gündeme acılarıyla, savaşla, bombalanmasıyla, yıkılmasıyla, binlerce insanın öldürülmesi ve yaralanmasıyla gündeme geldi. Hâlbuki köprünün savaş dışı bir kültür tarihi, aşk tarihi var, insanların elele tutuşup oradan geçmesi var, çocukluk anıları var… Çok farklı kültürlerden ve dinlerden insanların İstanbul’un veya Osmanlı’nın birçok yerinde olduğu gibi ayrı ayrı semtlerde yaşaması değil aynı semtlerde birlikte yaşaması, daha da önemlisi birbirlerinden kız alıp erkek vermesi var. Gerçekten bir evrensel topluluk kurulmuştu orada. 400-500 yıl boyunca hatırlanan bu Mostar’dı. Onun için bu sergi bir anlamda o köprüye borcumuzu ödemek anlamına geliyor. Yani amacımız, köprünün savaş dışında başka bir kişiliği başka bir tarihi olduğunu, esas tarihinin savaş dışı olduğunu göstermekti. Küratör Sadık Karamustafa ile birlikte bu nedenle böyle bir sergi düzenledik. Şimdi, asıl borç, bu serginin Mostar’a gitmesi. O da belki sonbaharda olacak.

-Kitabı yazarken böyle bir sergiye dönüşeceğini düşünmüş müydünüz?
Kitabı yazarken kitap olacağını bile bilmiyordum! (gülüyor).

-Nasıl başladı peki bu notları tutma maceranız?
İlk gün Mostar’a giden herkes gibi köprüyü görmeye gittim. Her ne kadar evimin penceresinden görünüyor idiyse de çekiyor insanı. Gittim, azıcık bakakaldım. Birkaç dakika sonra aklıma bir şey geldi, not edeyim dedim. Defterimi çıkardım cebimden not ettim, 5-10 dakika sonra hâlâ ordayım bir şey daha yazdım. Akşam oldu ve hâlâ ordayım ve hâlâ bir şeyler yazıyorum. Bazen köprüyle ilgili bazen bağımsız şeyler yazıyorum ama ayrılamıyorum köprüden. Ertesi gün daha erken gittim ve bu böyle birkaç ay sürdü. Sonuçta bir buçuk ay gibi bir süre geçtikten sonra, köprünün bir ayağındaki kitapçının önünden geçerken “Bir gün belki bu notlar kitap olur” diye düşündüm ve şimdi gerçekten bu notlar o kitapçıda kitap olarak satılıyor.

-Sergi gerçekten çok etkileyici, izleyende Mostari’yi, o köprüyü mutlaka görme isteği ve heyecanı, merakı yaratıyor. Siz bu sergiyi açarken izleyicinin böyle hissedeceğini düşünmüş müydünüz?
Biz köprüye ne yüklersek-yüklediklerimiz genelde kendi yaşadıklarımızdır-o köprü farklı dönemlerde farklı kişilerin, farklı kültürlerin, farklı dinlerin o köprüye atfetmek istediği aitliği yaşıyor. Ama köprü, hepsi ve onlardan öte bir şey. Mesela köprüyü yapan Osmanlıda Kanuni döneminde Hayrettin diye bir mimar. Bu mimariye harika olarak bakılıyor çünkü çok uzun bir mesafede tek kemer ve dünyada bir örneği yok o zaman. Ama aradan 300 yıl geçiyor, köprüye Roma köprüsü deniyor. Çünkü o dönem batıda Osmanlı’ya düşmanlık var. Türkler böyle bir şey yapamazlar, olsa olsa Romalılar yapmıştır diye düşünerek Roma Köprüsü adını veriyorlar. Kartpostallarda öyle yazar. Veyahut bu Balkan savaşlarında, Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra, bir etnik temizliğin sonucunda, “senin köprün benim köprüm” denerek yıkılıyor. Köprü olarak bakılmadığı için ötekinin simgesi olarak görüldüğü için yapılıyor bu. Köprünün bütün bunlara rağmen başka bir kişiliği var. Tarih akıp giderken üstünden, köprü orada duruyor ve hepsine bir anlamda kayıtsız bir evsahipliği yapıyor ve belki gülüyor. Yunan mitolojisinde bir söz var, ‘insanların planlarına tanrılar gülerler’ diye ve köprü azıcık da gülüyor galiba, bu sahip çıkmamıza, benim köprüm dememize…

-Köprü’de yaşanan çeşitli ritüeller de var. Bunlar devam ediyor mu? Siz şahit oldunuz mu?
Evet, bu ritüellere, başta atlamaya ilk olarak Evliya Çelebi şahit olmuş. Ben de onun yoldaşı oldum bir anlamda. O da gelmiş köprü başında bir şeyler yazmış, onun gördüğü aynı şeylerin bir kısmını 400 yıl sonra ben gördüm. Bir tanesi dalma. Delikanlıların dalması bir gelenek ve Mostarlıların şöyle bir sözü var: ‘Dalmadan önce çocuk daldıktan sonra erkek’. Bu gelenek devam ediyor. Nasıl kimi ülkede bazı gençlerin düşü güreşçi, futbolcu, dansçı, şarkıcı olmaksa orda da genç erkeklerin düşü iyi bir dalışçı olmak. Her yıl müsabakalar yapılıyor ve yarışıyorlar.
Fakat bunun dışında yoksulluk geliyor Yugoslavya parçalandıktan sonra ve tabi sosyalizm çöktükten sonra. Birçok fabrika kapanıyor, işsizlik artıyor ve o çocuklar turistlerden para kazanmak için de atlayış yapıyorlar. Şapkada para toplanıyor. Ama o kadar mağrurlar ki, para aldıklarını düşünemezsiniz. Hatta turist grupları onları soytarıcı gibi görüyorlarsa, çok ihtiyaçları olmasına rağmen atlamayı reddediyorlar.

-Peki siz nasıl gördünüz savaşın izlerini, etkisini?
İşte görmemek istedim! Yeteri kadar iz var zaten, binalar kurşun yaralı… Konuşulan bir şey değil. Kamboçya’da Pol Pot rejiminde belki bir buçuk milyon insan yeni bir ideoloji uğruna öldürüldü. Kamboçya’dan gelen bir arkadaşım şöyle dedi, “Mostarlı yüzünde Kamboçya’nın yüzünü gördüm”. Sessiz, konuşulmayan, unutulmak istenen ama izi olan bir acı… O acının sömürüsünü de yapmıyorlar. Bazı kültürler, bazı uluslar veyahutta o kültürlerden bazı kişiler acı tacirliği yapar, o acıyı unutturmazlar size. Bazı kültürler de unutmak ister. Mostar o acıyı unutmak isteyen kültürlerden. Mostar o kin hissedilsin, sürdürülsün, bilinsin istemiyor. Çünkü dünyanın Balkanlara bakışı, halkların birbirini öldürdüğü, kestiği yönünde. Ama tam tersi. Avrupa’da İngiltere’de, İspanya’da Almanya’da şehir yokken, insanlar bataklıkta yaşarken Balkanlar’da tarım toplumu vardı, şehirler vardı. Ve birçok dil, din var. Dolayısıyla birlikte yaşamayı bilen bir toplum. Oysa Batı Avrupa çok saf bir toplum, ötekiye, yabancıya alışık değil. Balkanların bu hale gelmesinin nedeni, ulus devlet kurma çabalarından, yine İngilizlerin, Almanların, Fransızların Osmanlı parçalanırken pay kapma çabalarından ve orda yükselen milliyetçilik duygularından. Türkiye’de ve her yerde olduğu gibi milliyetçilik birbirine düşürüyor insanları.

-Şu an sosyalizme bir özlem var mı?
Tito’ya özlem var ve dolayısıyla sosyalizme de var. Çünkü o dönem işsizlik yok, ev kirası yok gibi, herkes okuyabiliyor… Soğuk savaş döneminde hem Amerika’ya kafa tutmuşlar, bağımsızlıklarını koruyabilmişler hem de Sovyetler Birliği’ne kafa tutmuşlar. Sovyetler, Çekoslovakya, Romanya, Doğu Almanya gibi ülkeler Varşova Paktı’nda yer alırken, Yugoslavya bu birliğe girmiyor. Tito, Stalin’e de karşı geliyor, “ben senin sosyalizm modelini uygulamayacağım” diyor,” öz yönetim modelini uygulayacağım” diyor. Yani fabrika işçileri fabrikalarının sahibi, fabrika kazandıkça işçiler de kazanıyor. Kendisine özgü bir öz yönetim modeli geliştirmişti Yugoslavya ve halkına o kadar güveniyordu ki her evde silah vardı. Ve herkes silahlı olmasına rağmen halklar arasında tek bir husumet yoktu.
  
“ÇOCUKLUĞUMUN İLK ANILARI MODA’DAN”
“Boston’da doğmuşum. Bir buçuk yaşımda, 2. Dünya savaşı bitmiş, yolcu gemileri tekrar Atlas üzerinden seyahat edebiliyor, daha önce yolcu gemileri de batırılmıştı. Biz de İstanbul’a gelmişiz annem ve babamla… Evimiz yok ama dayımın evi var Moda’da. O da o zaman Türkiye’nin önemli evlerinden biri. Dayım Zekeriya Sertel. Tan gazetesi var ama artık yıkılmış bir gazete. 2. Dünya Savaşı sırasında Tan gazetesi demokrasiden yana, Cumhuriyet gazetesi de o zaman faşizmden yana. Üniversite gençliği “Solculara ölüm, komünistlere ölüm” diyerek İnönü hükümeti tarafından ayaklandırılıyor. Gazete yerle bir ediliyor. Vali Lütfi Kırdar o zaman. Dayım ve yengem Sabiha Sertel kaçıyor, linç edilecekler ama Galata köprüsünün ayakları kaldırılıyor, Moda’ya gelemiyorlar. İşte biz o eve geldik. Tarih 1947. Nâzım Hikmet’in, Sabahattin Ali’nin, Va’la Nurettin’in, solcuların çok sık toplandıkları bir ev. Ev dolup taşardı insanlarla, tartışmalarla ama ben kitap dolu bir ev hatırlıyorum, bir de Moda Deniz Kulübü vardı karşısında, onun ağacının köklerini hatırlıyorum. O zaman bana kocaman bir orman gibi geliyordu. O kökler hâlâ duruyor. Gittiğimde mutlaka bakarım onlara.
O evle, Moda’yla ikinci anım da şöyle; sonuçta dayım, kızı Yıldız Sertel, karısı Sabiha hanım Türkiye’den ayrılıyorlar fakat uzun yıllar dönmelerine izin verilmiyor. Hatta Sabiha Hanım Sovyetler Birliği’nde ölüyor. Nâzım Hikmet’in yanında kalıyorlar uzun süre. Demirel hükümeti sonunda dayıma izin veriyor dönüş için. Uçakla Paris’ten birlikte geldik. Çünkü Sovyetler’den de Paris’e kaçmışlardı. Orası da bir dikta rejimi olmuştu çünkü. Neyse sonuçta dayımla birlikte geldik. Arkeolog Halet Çambel’in evinde kaldık. Tabi Moda’daki evini görmek istedi dayım ama artık evi çoktan satılmıştı. Eve geldik ve evi yeni satın alan kişinin evi yıkmak üzere olduğunu gördük. İki katlı evinin balyozlarla yıkılma anına tanık oldu dayım Zekeriya Sertel. Çok acı bir gündü.
Çocukluğumun ilk anılarım Moda’dan… Beşiktaş Kulübü kamp yapardı orada, seyyar ünlü bir dondurmacısı vardı. Eve gelen Romanlar bakla falı açarlardı. Sütçüsü, yoğurtçusu bakraçlarıyla gelirdi. İlk kez denize Moda iskelesinden girdim, annemle kadınlar hamamına giderdik.”
  
“GEZİ’DE BİR SORUMLULUK DUYGUSU VAR”
68 kuşağı gençlik hareketlerine ABD’de katılan hatta 21 Ekim 1967’de Washington’da Pentagon’a düzenlenen savaş karşıtı yürüyüşte de yer alan Gündüz Vassaf, Gezi direnişini ise şöyle yorumluyor:
“Gezi’de baskın olan bir sorumluluk ruhu var. 68’de Vietnam’daki savaş bizim sorumluluğumuz olmuştu. Belki onu durdurabiliriz diye düşünüyorduk, Pentagon’a yürüyerek,şarkı söyleyerek, elele tutuşup sabaha kadar nöbet tutarak, vs… Şimdi Gezi’deki de aynı. Devlette olmayan sorumluluk duygusu Gezi’de var. Çünkü böyle bir şehir istiyoruz diyorlar. “Taksim’in göbeğinde bir alışveriş merkezi istemiyoruz, zenginlere bir rezidans daha istemiyoruz” diyorlar. Devlet bu sorumluluğu almayınca veya çıkar gruplarına hizmet ettiği müddetçe-ki genellikle devlet bunu yapıyor ama bunu aşırı bir şekilde yaptıkça Türkiye’deki gibi-o zaman kaçınılmaz olarak o sorumluluğu almak vatandaşa düşüyor.”
Vassaf böyle bir ayaklanmayı beklediğini de söylüyor: “Ben 4-5 yıldır bekliyordum bunu. Nevrim dönüyordu gençler için apolitik dendiği zaman. Çünkü apolitik olmaktan, bu iflas etmiş dünya düzeninin oyunuyla ilgilenmekten bahsediyorlardı. Yalan söyleyen haberleri niçin seyretsinler? Politikacılara neden saygı duysunlar? Niçin milletvekili olmak istesinler böyle bir düzende? Onunla ilgilenmeyerek bilakis politik oluyordu bu gençler. Düzeni gayrı meşru kılıyorlardı. Bu arada tanışıyorlardı, sadece ülke bazında değil, dünyada. Kapital nasıl küreselleştiyse gençler de küresel bir ağ oluşturmaya başladılar. Ben ona yeni ipek yolu diyorum. İnternet üzerinden yeni bir ipek yolu… Din ve bayrak bagajlarını arkada bırakarak ilişki kuruyor artık gençler. Elbette bunun ardından bir şey gelecekti. O güç var artık dünya gençliğinde. O yüzden bu Gezi, Rio, İspanya, İngiltere, Paris filan daha işin başlangıcı. Bir küresel dünya vatandaşı yetişiyor şu anda.”
 

ARŞİV