Eserlerinde kentsel aidiyet ve kimlik kavramlarını işleyen Kadıköylü sanatçı Gizem Çeşmeci kent içerisinde yıkılan ve yok edilmek istenen mekanların izlerini de sürüyor. Kentlerdeki değişim ve dönüşüm sürecini yakından takip eden Çeşmeci, 1786'da çizilen Fikirtepe haritasından yola çıkarak semtin içinde bulunduğu kaotik ortamı yeniden yorumladı. Çeşmeci, “Fikirtepe'de inşa edilen yapıları gördüğümde ruhsuz binalarda yaşıyormuşuz gibi hissediyorum. Binaları siyah metal kaplamalı kutucuklar olarak betimleyebilirim.” diyor.
-Çalışmalarınızda genel olarak kente ve kentin değişimine odaklanıyorsunuz. Bu duyarlılık nasıl oluştu?
Kentlerdeki değişim ve dönüşüm süreci bireyi de etkisi altına alarak tektipleştiriyor. Bu süreci ifade edebilmek için metropollerde yaşayan insanlara “Hayalleriniz nedir? ” diye sordum. Ortaya çıkan sonuç benim için biraz ürkütücüydü. Metropollerde yaşayan çoğu birey hayallerinde “bir sahil kasabasında yaşamak” istediğini söyledi. Bu sonuç hayal dünyalarında bile tektipleşmiş bireyleri işaret ediyor. Benim düşünceme göre bireylerin sadece imaj olarak tektipleşmesinden daha tehlikeli olan şey hayal dünyalarında bile tektipleşmesidir. Bu bağlamdan yola çıkarak kentlerin birey üzerindeki etkisini incelemeye başladım.
-Resimlerinizde bir kaos hâkim, kentleri de öyle mi görüyorsunuz?
Resimlerimde kaostan ziyade terk edilmişlik duygusu ile tektipleşmeyi ön plana çıkarmaya çalışıyorum. Bugün tektipleşme ve karmaşa modern hayatın zorunlu bir sonucu gibi. Kent içerisindeki plansız büyüme ve kontrol edilmeyen nüfus artışı gibi sosyolojik sorunlar kentlerdeki büyük kütlesel yığınları oluşturuyor. Bu süreç beraberinde kaosu yaratıyor.
BİRBİRİNİN KOPYASI KENTLER
-Bu karmaşa sizi rahatsız ediyor mu?
Kentlerle çok barışık biri değilim. Son üç yılda dört farklı şehirde yaşadım. Bu kentlerin hepsinin içinde kendine has bir karmaşa vardı. Tüm bu kentlerdeki karmaşanın ortak noktası ise bana göre kent kavramı üzerine şimdiye kadar pek düşünmemiş olmamız. Bu düşüncesizlik kentlerde kaotik bir yapı yarattı. Ancak kentlerdeki bu kaotik yapı yeni arayışlar içinde olmama da neden oldu.
-Sizin nasıl kentler hayal ediyorsunuz?
Bir kent nasıl olmalı sorusundan ziyade nasıl olmamalı sorusu üzerine yoğunlaşarak kent politikalarındaki eksiklikler üzerine düşünüyorum. Uzun zamandır medyada kentten köye göçü konuşuyoruz. Bireyi kentlerden uzaklaştırmak yerine kent ve birey arasındaki bağıkuvvetlendirmeye yönelik politikaları planlamak daha doğru bir yaklaşım olabilir. 19. yüzyıldan günümüze kadar olan süreçte sadece sosyolojik açıdan değil sanatsal anlamında da kentin kimliksizleştirmesi ve tektipleştirmesi üzerine birçok eser var. Ancak 19. yüzyıldan günümüze kadar kentle ilgili sorunlarımız toplumsal olarak hala çözüme kavuşmuş değil.
“YUVA KAVRAMINI YİTİRDİK”
-Fikirtepe'yi de çalıştınız. Fikirtepe sizi neden etkiledi
Uzun zamandır Kadıköy'de yaşıyorum. Fikirtepe'nin değişim ve dönüşüm sürecine şahit oldum. Arşivleri incelerken 1786'da Kauffer tarafından çizilmiş olan Fikirtepe haritalarını inceleme fırsatım oldu. Bazı kaynaklara göre Fikirtepe, Anadolu Yakasındaki en eski yerleşim yerinden biri olarak geçiyor. Kentsel belleği çok kuvvetli olan bir bölgenin gökdelenlerle yok edilmesi sadece Fikirtepe'yi siluet olarak değiştirmedi aynı zamanda kimliksizleştirerek yok olmasına neden oldu. Özellikle son zamanlarda Fikirtepe'de inşa edilen yapıları gördüğümde ruhsuz binalarda yaşıyormuşuz gibi hissediyorum. Bunları siyah metal kaplamalı kutucuklar olarak betimleyebilirim. Bugün Fikirtepe'ye temas ettiğimde bu ruhsuz yapıların içinde dolaşmak beni derinden etkiliyor.
Fikirtepe'yi farklı bir şekilde yorumluyorsunuz. Bunu anlatır mısınız?
1786'da çizilen Fikirtepe haritası üzerine kaya gibi sert ve sağlam duran eski Fikirtepe evlerinden birini resmettim. Endüstriyelleşme ve tüketim kültürü kentleri değiştirip dönüştürürken aynı zamanda ev kavramı üzerinde de önemli değişikliklere neden oldu. Ev hepimizin zihninde yuva, kutsallık atfedilen mekân olarak karşımıza çıkar. Oysaki bugün Fikirtepe'de yuva kavramını yitirmişiz gibi hissediyorum.
“TOPLUMA KAZANDIRILMASI ÖNEMLİ”
- Eski sanayi alanlarının değişimini de işliyorsunuz. Özellikle İstanbul’da atıl bırakılan bu alanların dönüşümünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her yeri aynı şekilde değerlendiremeyiz. Birbirinden farklı politikalarla dönüştürülen yerler var. Bomonti, Santralistanbul, Gazhane gibi. Son zamanlarda Müze Gazhane gibi eski sanayi yapılarının kültür ve sanat merkezleri gibi alanlara dönüştürülerek bireyi soylulaştırmaktan ziyade topluma kazandırılan yapılara dönüştürülmesini çok beğeniyorum. Ancak ülkemizde her yer aynı durumda değil. Bu tarz olumlu yaklaşımların daha fazla olmasını umuyorum.
“Çoğunluk” adlı bir eser üzerine çalışıyorsunuz. Bu çalışmanızdan da bahseder misiniz?
Kent içerisindeki yeni bina ve gökdelen gibi yapıların her yeri işgal etmesi ile içinde yaşadığımız kentsel ve zihinsel köhneliği ifade etmek istiyorum. Aslında şehirler, sosyal hayatın nasıl organize edildiğini yansıtan yapılardır. Bu çalışma, birey ve mekân arasındaki bu karşılıklılığı yansıtmayı amaçlıyor. Projede yer alan yaklaşık üç yüz adet birbirinden farklı ev ile bireyin sıkışmışlığını, bu sürekli dönüşüm süreci içinde kendini nerede konumlandırdığını sorguluyorum.