“İnsanın alışma kapasitesi inanılmazdır”

Uzun süren karantina sürecinden sonra uyum sağlamakta pek de zorlanmadığımız normalleşme sürecini psikoterapist Dr. Alper Çuhadaroğlu ile konuştuk. Çuhadaroğlu, belirsizlikten kaçmak için normalleşmeye ihtiyaç duyduğumuzu söylüyor

18 Haziran 2020 - 17:16

Sokağa çıkma yasaklarına da normalleşme sürecine de hızla alıştık. Aylarca evlere kapandıktan sonra, yarınlar ve korona virüsü yokmuşçasına kendimizi sokaklara attık; sahillerde parklarda mesafesiz sosyalleştik. Peki, nasıl bir psikolojiyle hareket ediyoruz? Bu durum uzun vadede bizi nasıl etkileyecek? Günlük yaşam normalleşirken ruh halimiz neye evriliyor? Maltepe Üniversitesi öğretim üyesi ve psikoterapist Dr. Alper Çuhadaroğlu ile konuştuk.

- Öncelikle karantina sürecinden başlayalım; evden çalışma şansı olanlarla birlikte, 65 yaş üstü veya 20 yaş altı geniş bir kesim 2 buçuk ay boyunca evdeydi. Bu durum insanların ruh halini nasıl etkiledi? Sizin gözlemleriniz neler?

Öncelikle ortaya çıkan durum son derece alışılmışın dışında ve görece ani gelişen bir durumdu. Şu anda hayatta olan insanlar daha önce hiç böyle bir durumu hatta buna benzer bir durumu bile deneyimlemedir. Evet daha önce de pandemiler olmuştu. Buna benzer son pandemi 1918 yılında yaşanan İspanyol gribi pandemisiydi. Hatta sonuçları bakımından Covid-19’dan daha yıkıcıydı ancak o dönemler henüz kitle iletişim araçları gelişmemişti. O dönem yapılan çalışmalar ve günümüze kalan belgeler oldukça yetersiz olduğu için insanları nasıl etkilediğini bilemiyoruz. Bu yaşadığımız süreç ise müthiş bir belirsizlik yarattı. En önemli psikolojik sorunların da temelinde bu belirsizlik durumu yatıyor. Bir kere hastalığın ne olduğu, nasıl bulaştığı, kimleri etkilediği, öldürücülüğü belirsizdi. Hala daha bu durumlar tam olarak netleştirilebilmiş değil. İnsanlar “Ne oluyor?”, “Bu yaşadıklarımız ne?” “Bundan sonra ne olacak?” sorularıyla karşı karşıya buldular kendilerini. Halen daha da sormaya devam ediyorlar. Sağlıkla ilgili belirsizliklerin yanına sosyal hayat ve ekonomik durumla ilgili belirsizlik de eklendi. Bu da insanların ruh sağlığını belirgin bir şekilde etkiledi ve sarstı. Bambaşka bir yaşamın içinde buldular kendilerini. Birçok insan eve kapandı, çocuklarıyla 7/24 vakit geçirmeye başladılar. Evden çalışmaya alıştılar. Yüz yüze sosyal iletişimleri oldukça kısıtlandı. Eşleriyle daha fazla vakit geçirmeye başladılar. Yani insanlar hastalığın getirdiği kaygılarla birlikte yeni bir yaşam tarzı bombardımanına maruz kaldı.

- Bu yeni yaşam tarzı nasıl etkiledi insanları?

Takdir edersiniz ki bunlarla başa çıkabilmek kolay olmadı. Ama şu da bir gerçek, hemen herkesin aynı durumda olduğunu bilmek bu sürecin en önemli kolaylaştırıcı etkeniydi. Biliyorduk ki sadece biz değil dünyadaki milyarlarca insan aynı süreçlerden geçiyor. Bu zaten genel anlamda yatıştırıcı bir psikolojik etmendir. Grup terapilerinde de bu faktörden yararlanılmaya çalışılır örneğin. Tabi bu süreç biz ruh sağlığı uzmanları için de yepyeni bir deneyim oldu; bizim için de belirsizliklerle dolu bir süreç oldu ve olmaya devam ediyor. Uzun vadede etkilerini kestirmek güç. Kaygıların arttığını, hijyen kurallarının katılaşmasıyla birlikte obsesif – kompulsif bozukluk gibi sorunların arttığını ve var olanların da daha kötüleştiğini görebiliyoruz örneğin. Ancak bu süreç bittiğinde arkasında nasıl bir psikolojik enkaz bırakacağını kestirmek güç. Hemen her şey bundan etkilenecektir. Bireysel ruh sağlığı olduğu kadar aile içi ilişkiler, çocukların anne babaya bağlanma süreçleri, ekonomik zorlukların getireceği sıkıntılar da bu sürecin içinde ve bitiminde karşımıza çıkacak sorunlar olarak görünüyor. Ruh sağlığı uzmanlarının hazırlıklı olması gerekiyor. Asıl etkilerin henüz tam olarak ortaya çıkmadığını düşünüyorum.

“BELİRLİ MİKTARDA KAYGI SAĞLIKLI”

- Yoğun kaygı hali, psikolojimizde kalıcı bir hasar bırakır mı? Yoksa bizi salgına karşı koruyan bir kalkan mı?

Aslında kaygı olmasını istediğimiz bir şeydir. Ama tabi derecesi önemli. Belirli miktarda kaygı insanı koruyucu bir işlev görür. Bir çan eğrisi gibi düşünün. Kaygının çok az olması da çok fazla olması da sorun yaratacaktır. Bu zaten hemen tüm duygu durumları için geçerlidir. Belirli sınırları aşmayan her türlü duygu normaldir ve sağlıklıdır. Sorun, bir duygu insanı çok fazla zorladığında, normal işlevlerini yerine getirmesini engellediğinde ortaya çıkar. Kaygı da böyledir. En basitinden, virüsle ilgili kaygısı çok düşük bir birey gerekli koruyucu önlemleri almaya güdülenmeyecektir. Bu da onun başta fiziksel sağlığını bozacak bir tehdide dönüşecektir. Aşırı bir kaygı durumu da gayet anlaşılır bir şekilde ciddi psikolojik sorunlar yaratabilir hatta beraberinde başka fiziksel sorunlar getirebilir. Yüksek kaygı fiziksel hastalıklara doğrudan ya da dolaylı olarak yol açabilir. Bağışıklığı zayıflatır en basitinden. Sindirim sistemi hatta kalp damar sorunlarına dahi yol açabilir. Bu nedenle kaygının optimum düzeyde tutulması çok önemli. Bizi gerekli önlemleri almaya itecek ama bizi paniğe sürüklemeyecek bir kaygının olması ideal ve istendik olandır.

- Karantina süreci ya da sosyal izolasyonda insanlar, yalnız hissetme, tükenmişlik gibi duygular, uykusuzluk, stres gibi sıkıntılar yaşadılar. Bunlar karantinadan sonra da devam ediyorsa tehlikeli bir durumdan bahsedebilir miyiz?

Evet, bunlar mutlaka ciddiye alınması gereken sorunlar. Bu gibi yakınmalar gelip geçici olabilir. Normal yaşamla birlikte birçoğu ortadan kalkabilir ya da eskisi gibi rahatsız edici olmayabilir. Ancak bunlar kronikleşme riski de taşıyan sorunlar. Hatta beraberinde depresyon ya da panik bozukluk gibi başka sorunları da getirebilecek ya da bunlara yol açabilecek sorunlar. O nedenle insanların bunları ciddiye alması ve gerekli sağlık uzmanlarına ya da kurumlarına başvurmaları önemli. Koruyucu ruh sağlığı tedavi edici ruh sağlığından daha fazla önem verdiğimiz bir alan. İnsanlarımız da buna önem vermeliler.

Sokak Fotoğrafları: Erhan DEMİRTAŞ

NORMALLEŞME = BELİRSİZLİKTEN KAÇIŞ

- 2 buçuk aylık karantinadan sonra 1 Haziran’da çoğu yasak kalktı ve biz bir anda “normal” yaşamın içinde bulduk kendimizi. Kalabalık metro- metrobüslere binmeye, işe gitmeye, sahillerde kalabalık sosyalleşmeler yaşamaya başladık. Neydi bize -bitmediği halde- virüs korkusunu bir anda unutturan? Mecburiyet mi, umursamazlık mı?

Bana kalırsa büyük ölçüde ne mecburiyet ne de umursamazlık ağır basıyor. Bunların tabi ki etkisi var. Mecburiyet kısmı salgının başından itibaren var. Birçok insan işe gitmek durumunda kaldı ya da zorlandı. Özellikle işçiler hiç eve kapanmadılar örneğin. Hatta sosyal medyada “sınıf bağışıklığı” yakıştırmalarının ve eleştirilerinin yapıldığını gördük. Şu anki normalleşme sürecinde kendisini normal yaşama dönmek zorunda hisseden bir başka kesim de esnaf oldu. O kadar ciddi maddi kayıplar yaşadılar ki artık ne olursa olsun noktasına gelip iş yerlerini açmak zorundaydılar. Umursamazlık da tabi bir etken. Baştan beri umursamaz olanlar umursamazlıklarına devam ediyorlar. Ama buna artık bitti, virüsü yendik, tehlike geçti algısının yaratılmasıyla birlikte yeni umursamazlar da eklendi. Yasakların, kısıtlamaların görece hızlı bir şekilde kaldırılması bu algının yaratılmasına yardımcı oldu. Ama bu kadar hızlı normalleşmenin altında yatan en önemli psikolojik etkenin belirsizlikten kaçış olduğunu düşünüyorum. İnsanlar evrimsel olarak tanıdık bildik durum, ortam ve kişilerle birlikteyken kendilerini rahat hissederler. Tehlike algısını düşürür bu durum. Farklılık, yenilik ve belirsizlik ise kaygıya yol açar. İnsanlar da doğal olarak bu belirsizlikten kaçarak tanıdık bildik olana yönelmek, kavuşmak isterler. Burada da olan aslında bu. İnsanlar eski yaşantının tanıdıklığına, yarattığı güven duygusuna bir an önce kavuşmak istediler. Hep yeni normal denilip duruyor. Ama yeni bir durumun insanlar açısından normale dönüşmesi epey bir zaman alır. Yaşamımızın hemen her alanını etkileyen böyle bir sürece alışmak da kolay olmuyor tabi. İnsanlar da doğal olarak fırsatını bulduklarında eski normallerine koşuyorlar. Okula yeni başlayan bir çocuğun akşam onu almaya gelen annesine koşa koşa sarılması gibi.

“İNSANIN DUYARSIZLAŞMA KAPASİTESİ İNANILMAZDIR”

- Devlet yasakları kaldırsa da artan vaka sayısı aslında salgının yükselişte olduğunu gösteriyor, buna rağmen sokakta maskesiz pek çok insan görüyoruz, çoğu önlem unutulmuş durumda. Aylarca evde korkuyla marketten her aldığımızı dezenfekte ederken nasıl bu kadar rahatlayabildik?

Aslında bu durum da daha önce söylediğim belirsizlikten kaçışla ilişkili. Zaten toplumda başından beri bu durumun ciddiyetini reddedenler vardı. Onların tutumları zaten değişmedi. Ama başlarda oldukça özen gösteren hatta zaman zaman önlem almada aşırıya kaçanlarda bile bir gevşeme olduğunu gözlemliyoruz. Moda sahilde ya da Maçka parkından gelen görüntüler de sosyal medyada tepki çekti. Sanki bu gevşeme birden oldu gibi görünüyor ama aslında çok ani bir şey olduğunu düşünmüyorum. Sadece birden görür olduk. İnsanlar evdeyken de yavaş yavaş gevşeme sürecine girmişlerdi. Kısıtlamaların kalkmasıyla göz önüne serildi ve biz sanki birden oldu gibi algıladık. Bunda en önemli etken siyasi iradenin salgınla mücadelede başarılıyız algısını yaratmak istemesi. Evet rakamlara göre belirgin bir kazanım var. Özellikle tedavi aşamasında ciddi başarılar var. Sahada çalışan sağlık personeli de epey deneyim kazandı ve çok şey öğrendi. Bu da tedavi başarısına yansıyor. Ancak halk sağlığı açısından, her şey iyiye gidiyor, salgın bitti algısını oluşturmamaya özen göstermek gerek. Çünkü bir de şöyle bir tehlike var; İnsanın alışma, duyarsızlaşma kapasitesi gerçekten inanılmazdır. Düşünün; salgının başlarında günlük vaka sayıları iki haneli rakamlardayken insanlar panik oldular. Evlere kapandılar, hijyen çılgınlığı yaşandı. Ama kısa süre içinde günlük vaka sayıları beş binli rakamlara çıktı. İnsanlar bu yüksek rakamlara alıştılar. Bu nedenle vaka artışlarının binin altına düşmesi insanlarda her şey geçti bitti algısına yol açtı. Sıcaklığı 40 derece olan bir şehirde uzun süre kalırsanız sıcaklığı 20 derece olan bir şehre gittiğinizde üşürsünüz. Normalde 20 derece sizi üşütmediği halde. Bu biraz da bunun gibi. İnsanlar maalesef bu tür sayılara çabuk alışabiliyor, duyarsızlaşabiliyorlar. Sağlık Bakanlığı'nın ve siyasi otoritenin biraz bu algıyla da mücadele etmesi gerek.

- Sağlık çalışanları bu denli hızlı normalleşmeyi özellikle sosyal medyada çok eleştirdi. Bu durum bir süre önce alkışlanan sağlık çalışanları ile yurttaşlar arasında bir gerilime neden olur mu? 

Aslında kendi kişisel gözlemim şu: Toplumda insanlarda genel olarak bir gerginlik hali var salgının başından beri. Bu da doğal ve beklendik aslında. Bunca sıkıntı, kısıtlama, kaygı vs insanlarda gerginlik yapacaktır ve öfke duygusunun artmasına, öfke patlamalarına yol açacaktır. Bundan maalesef ki sağlık çalışanları da payını alabiliyor. Bilindiği gibi sağlık çalışanlarına şiddet ülkedeki ciddi sorunlardan biri. Salgının başlarında sanki bunda bir azalma oldu. O minnet duygusu, balkonlardan alkışlamalar, konvansiyonel ve sosyal medyaya düşen, sağlık çalışanlarının ne kadar zor şartlarda ve özveriyle çalıştığını gösteren görseller bunda etkili oldu. Ama şimdi insanlardaki boş vermişlik ve gevşeme hali kimi gerilimlere de zemin hazırlıyor gibi. Sağlık çalışanları da bu süreçte çok ama çok yoruldular. Bu da onları duygusal anlamda limite getirdi. Bir de üstüne onlar bu kadar canla başla çalışırken insanların ne kadar gevşediklerini görmeleri onlarda bir öfke yaratıyor haliyle. Belki de sağlık çalışanları hem bu süreçte de hem de pandemi sonrası dönemde profesyonel ruhsal desteğe en çok ihtiyacı olan gruplardan birisini oluşturacak.

- Genelde bir rahatlama söz konusu olsa da yasakların kaldırılmasına rağmen evden çıkmayan,  “3 aydır evden hiç çıkmadım, çıkmak da istemiyorum” diyen, bunu normalleştirenler de var. Buna ne dersiniz?

Henüz olayın psikolojik ve toplumsal boyutuyla ilgili bilimsel çalışma yapılmadı. Ama etrafımda az da olsa böyle düşünen insanlar olduğunu görüyorum. Bunu da alışma süreci ile açıklamak mümkün belki de. Evde olmanın rahatlatan bir yanı da var çünkü. Evden çalışmayı daha rahat hatta keyifli ve daha verimli bulanlar da var. Bu duruma alıştılar. Bu nedenle yeniden işe gitmek, belirli bir mesai süresine uymak bu insanlara zor geliyor olabilir. Onlar için ayrı bir sıkıntılı süreç de yeniden işe başlamak olacak ya da oluyor. Alışmanın yanında güvenlik ihtiyacı da etkilidir tabi bunda. Ev güvenli bir konfor alanıdır sonuçta.

***

“Öğrenciler sınavda kaygılarını kontrol etmeye çalışmalı”

- Öğrenciler bu hafta sonu sınava giriyor, fiziksel olarak kalabalıklara girecek ve aylardır okuldan uzak oldukları halde bu sınavla geleceklerini belirleyecekler. Bu seferki sınav kaygısı öncekilerden daha farklı gibi. Ne önerirsiniz öğrencilere?

Maalesef şansız bir grup bu sene sınava girecek olanlar. Ama şunu unutmasınlar: Bu bir sıralama sınavı. Yani herkes aynı durumda. Aslında ortada belirgin bir dezavantaj olmayacak sınav açısından. Ama tabi diğer yıllara oranla daha zor ve kaygılı bir süreç olduğu kesin. Gençlerde sağlık kaygısı daha düşük gibi görünüyor. Bununla ilgili bilimsel çalışma yok ama birkaç anket görmüştüm, kendi gözlemlerim de bu yönde. Tabi bunda salgının başından beri duyduğumuz “gençlere bir şey olmuyor” cümlesi de etken. Ama mutlaka sınava girecek öğrenciler arasında virüs kapma, virüsü kapıp evdeki insanlara bulaştırma endişesi taşıyanlar da olacaktır. Bunun için bakanlığın her türlü önlemi alması ve öğrencilerle ailelerini bu yönde rahatlatması çok önemli. Öğrenciler de kaygılarını kontrol etmeye çalışsınlar. Kendilerine neyi ne kadar bildiklerini ve sınava bilgi düzeyinde ne kadar hazır olduklarını hatırlatsınlar. Sınav öncesinde sanki hazır değilmiş gibi hissetmek sık rastlanan bir durum. Bunun ne kadar gerçekçi olduğunu test etsinler. Konu başlıklarına şöyle bir göz gezdirerek dahi aslında ne kadar hazır olduklarını hatırlatabilirler kendilerine. Ayrıca gevşeme ve nefes egzersizleri yaparak – internette bolca örneğini bulabilirler – kaygılarını azaltabilirler. Hepsine başarılı ve özellikle sağlık açısından sorunsuz bir sınav diliyorum.


ARŞİV