“Kadıköy: Benim mahallem, benim köyüm… Türkler çok iyiler, bana her zaman yemek ister misin ya da çay içer misin? diye soruyorlar. Aç olmadığımı, yemeklerimi yurtta yediğimi söylüyorum. Ama benim mahallem benim köyüm böyle, insanlar nazik ve cömert. İşte bu yüzden Kadıköy’ü seviyorum. Asla buradan başka bir yere gitmek, başka bir yerde yaşamak istemiyorum. Hayatım boyunca burada kalacağım”.
Böyle diyordu Suriyeli çocuk sığınmacı Mazen… Ama gitmek zorunda kaldı… İstismar ve cinsel saldırı vakası nedeniyle- geçen yılın sonunda kapatılan Yeldeğirmeni Çocuk ve Gençlik Merkezi’nde kalıyordu bundan birkaç sene evvel. O esnada antropolog, akademisyen, belgesel yönetmeni Eda Elif Tibet ile tanıştı. Tibet, 1 yıla yakın süre Mazen’in yaşadığı tüm acılara, mücadeleye ve az da olsa umutlu anlara tanıklık etti. Sonra da Bern Üniversitesi Sosyal Antropoloji Bölümü ile PH Bern işbirliğinde yürüyen doktora araştırmasının bir parçası olarak bir makale hazırladı. “Refakatsiz Suriyeli Bir Çocuğun Mahalleli Olma Hakkı ve Sokaklarla İmtihanı” başlıklı bu makale, Mekanda Adalet Derneği’nin basılı ve süreli yayını beyond.istanbul’un ‘Mekanda Adalet ve Çocuk’ başlıklı ikinci sayısında yayınlandı.
MAZEN'İN DİRENİŞİ
“Mazen polisin ve devletin gözünde korunması gereken ama aynı zamanda da toplumdan uzakta bir mülteci kampında kapalı tutulması gereken bir çocuktu. Benim gözümde ise Kadıköy’ün en ilginç mahallelerinden birinde tanıştığım akıllı, komik ve afacan kardeşimdi” diyen Eda Elif Tibet, bu yazının Mazen’in direnişini, çocukların katılımı olmadan ve rızası alınmadan gerçekleşen politik düzene yapılan itirazın hikayesini” anlattığını vurguluyor.
Biz de 21 Mart Uluslararası Irk Ayrımı İle Mücadele Günü’nü vesile edip; insan hakları aktivisti olan Eda Elif Tibet’e Suriyeli sığınmacılar ve bilhassa -Mazen özelinde- çocuk mültecileri sorduk…
Bundan 80 yıl önce Güney Afrika’daki Apartheid (Afrika dilinde ‘ayrılık’ demek, ırkçı-ayrılıkçı bir sistem) karşıtı protestocuların üzerine ateş açılmış, 69 kişi hayatını kaybetmiş. Bu olayın ardından, BM 21 Mart’ı ırk ayrımına karşı durulması gereken gün ilan etmiş. Ve hatta, son zamanlarda farklı temalarla ele almaya başlamış; liderlerin rolü (2014), trajedilerden ders çıkartmak (2015), göçmenlere duyulan nefrete karşı durmak (2017), çeşitliliği ve dahil olmayı, entegrasyonu sağlamak (2018). Bu seneki tema da nasyonel popülizme ve extreme supremasistlere (aşırı üstünlükçülere) karşı durmak. Senelere özel temalardan da anlaşılacağı üzere o yılların gündemine uygun olarak evrilmiş. Farkındalık yaratmak, duruma dikkat çekmek ve özellikle de tartışma yaratmak için.
Birebir gibi gözüken bu tarz özel günlerin, aslında toplumsal değişime hizmet ettiği falan yok. Aksine, durumların tescil günleri gibi görüyorum. Birkaç önemli kurum, kuruluş ve kişi buluşup toplantı yapıyor, etkinlik düzenliyor, gazetelere röportaj veriyor ve gerisi katiyen gelmiyor. Bu tarz toplantılarda çok bulundum ve gördüğüm o ki, konunun mağdurları ‘keşke böyle günler hiç kutlanmasa’ modunda. Bahsedilen kişilerin, toplumların öncülerinin ve liderlerinin, ‘bu günler bizleri daha da marjinalize ediyor, ötekileştiriyor ve bataklığa saplıyor’ dediğini defalarca işittim. Neticede her bir etkinlik için yüzbinlerce dolar para toplanıyor, gelir elde ediliyor. Bu günler için çalışan etkinlikçilerin, memurların, hatta vatandaşın dahi maaşı çıkıyor. Siyahi arkadaşlarımdan, Suriyeli sığınmacı arkadaşlarıma dek, bu özel günleri sevenine veya bu günlere inananına rastlamadım. İşin içinde Birleşmiş Milletler varsa zaten, muhakkak şüpheci yaklaşmak gerekir.
(Fotoğraf: İnanç Tekgüç)
IRKÇILIK CİDDİ BİR SORUN
Irk ayrımcılığı ülkemizde kesinlikle derin bir yara ve ciddi bir sorundur. Bunun için göçmenlere veya dışarıdan gelenlere bakmaya gerek yok. Kendi içimizde neler yaşadığımız ortada.
Suriyeli çocukların hayatı tepetaklak edilmiş durumda evet. Çünkü çocuk çocukluğunu bilemiyor. Bunu yaşayabilmesi için ne olanakları ne de hakları var. Hayatta en stres veren, en travmatik deneyimleri çok küçük yaştan gören ve yaşamak durumunda kalan sığınmacı çocuklar; şiddet, göç, aile ve kaybıyla boğuşuyorlar. Hayatlarının ekseninde kayıp ve şiddetle mücadele var. Herşeye rağmen ayakta kalmayı başarmış, pırıl pırıl tertemiz çocuklar tanıdım. Bu koşullara karşı güçlü durabilmek herkesin harcı değildir. Bu demektir ki benim tanıdığım, hayatta kalmayı başarmış çocuklar çok özel ve değerlidir. Zekalar keskin, karakterler sağlam, çok parlak çocuklar… Bir şans verilse geleceğin liderleri onlar olurdu.
(“Kadıköy; benim köyüm”. Fotoğraf: Mazen)
Tabi, çok ağır duygularla gündelik olarak mücadele etmek durumundalar. İyileşmelerini sağlayacak ortamlar ve ilişkiler oluşmazsa da, duygusal problemler hayat boyu iz bırakabiliyor. Belki yaralar hiç kapanmayabiliyor. Özgüvenleri, karakterleri ve davranışları alt üst olabiliyor. Bu koşullar, çocuğun kendi potansiyelini tam anlamıyla realize etmesine olanak tanımıyor. Fırsat bulup eğitim hakkına erişen çocuklar da bunu devam ettirmekte maddi manevi zorluklar yaşıyorlar. Ortadoğu’da hak hukuk var mı da, çocuğun çocuk olarak yasama hakkı olsun. Ortadoğu’da rastgele yaşıyoruz, tepetaklak edilmiş vaziyette her gün akla karayı seçerek, şans eseri yaşayıp gidiyoruz iste. Bizler bu yaşlara nasıl gelebildik, hep şaşarım!
(“Kardeşlerim”, Van. Fotoğraf: Mazen)
Bu bir sistem problemi. Kısaca sömürü düzeni. Sanırım hep aynıydı. Sadece eskiden pasaportlar yoktu, isteyen istediği yere gidebiliyor muydu emin değilim. Belki daha rahat kaçabiliyordu imkanları el verdiğince. Ama insani muamele hiç bir zaman dört dörtlük olmamıştır ki, şimdi olsun. Bugün global çapta yaşananların arkasında devrilmiş imparatorlukların, koloniyel kuvvetlerin ve onların torunları olan ulus devletler var. Refah içinde yaşayan toplumlar, kendilerini stabil olmayan karmakarışık devletlerin kaynaklarına dolayısıyla da iç karışıklıklarına göre angaje etmiştir. Bu böyle sürdükçe Batı Doğu’ya, Kuzey de Güney’e bel bağlamaya devam ettikçe, dünya yerinden oynamaya devam edecektir. Köleler gittikçe köleleşecek, efendiler gittikçe efendileşecektir. Bu çok rahatsız edici bir gerçeklik. Dünyaya sistemsel bir değişim getirilmediği sürece, bu gidişe karşı durmak mümkün olmayacak. İşin temelinde çok ağır ve tarihsel bir şiddet sarmalı var. İnsanlık şiddetten nasıl kurtulacak bilmiyorum. Düşündükçe geceleri uykularım kaçıyor. Daha güzel bir dünya hayalim tabii ki bir çoğu gibi var. Olumlu düşünmeye çalışıyorum ama bunu düşünebiliyor olmak bile bir şanstır. Dünya nüfusunun sadece %2’si güzel şeyler görebiliyor, geriye kalan acı içinde. Bunun farkındalığıyla yaşamak da bir o kadar ağır. Mülteci kamplarında gönüllü olarak çalıştığım ve ziyaretçi olduğum zamanlardan çocuklarını doyurabilmek için vücudunu satmak zorunda olan kadınları hatırladıkça, ne zaman özgür kalacağını bilmeyen refakatsiz çocukların hapishanelerdeki hallerini anımsadıkça tüylerim diken diken oluyor. İçimi derin bir karamsarlık ve hüzün kaplıyor.
(“Bizim Çadırımız”, Van. Fotoğraf: Mazen)
GÖNÜLLERDEKİ SINIRLAR…
Benim bu konuda Türkiye, Suriye için değil ama tüm dünya için önerebileceğim tek şey; sınırları kaldırın! Ama önce gönüllerden. Gönül kapıları açılmadıkça öteki hep öteki, mülteci hep yabancı kalacaktır. Mültecilik statüsü kaldırılmalı. Herhangi bir ülkeye sığınan kişi -sebebi ne olursa olsun- bir insan hakkı olarak vatandaşlarla aynı muameleyi görmeli. Resmi olarak vatandaş olmasalar bile, tüm vatandaşlık haklarına eşit olarak sahip olmalıdırlar, sadece insan oldukları için. Bugünki -özellikle ekonomik- sıkıntıların hiç biri yaşanmazdı. Geriye kalan dil, kültür ayrımı çok rahat aşılabilecek şeyler kanımca. Biraz da biz Arapça öğreniverirdik ne olacak yani…! Bu bir zenginliktir, bizlerden hiç bir şey eksilmez. Mesela dünyanın refah düzeyi en yüksek ülkelerinden biri olan İsviçre’de; Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Romanca olmak üzere 4 resmi ana dili var. Türkiye’de de coğrafi konumundan, kültürel ve tarihi mirasından mütevellit en az 4 resmi dil olabilmeliydi: Türkçe, Ermenice, Kürtçe, Arapça…
BEYAZ YAKALILAR DA MÜLTECİ GİBİ…
Mahalle hakkı; güvenlik demektir, güvence demektir, aidiyet, bağlılık, dayanışma ve biraradalık demektir. Gettolaşmanın, sürülmenin, fakirliğin karşısındaki en büyük destek mekanizmasıdır. Mahallesi olanlar hayatta kalır, olmayanlar yok olur. Buna tuzu kuru gibi gözüken modern insan da dahildir. Mahalle kültürü, komşusu olmayanın hali fenadır. Tüm gün dört duvarı kapalı ofiste (hapishane) –bir de buna ‘iş hayatı’ deniyor-, stres ve rekabet içinde yaşayan insan da bir nevi mültecidir. Kimsesiz, savunmasız, ezilen, yok sayılan, patronu altında can çekişen… Mahalle kültürü esnafı, işçisiyle, fırıncısıyla, sağlık ocağıyla, okuluyla, bakkalıyla, manavıyla bir canlı organizmadır. Tüm yaraların merhemi, anlamsızlıkların anlamı, fakirin en büyük zenginliği, hayatın ekseni yani kalbidir. Mahallesiz hayat mı olur!
Bu anlaşma; sadece Suriyelilerin değil tüm sığınmacıların özgürlüğüne karşı yapılan ciddi bir müdahale. Avrupa, 2016’dan itibaren Türkiye üzerinden, illegal yollardan gelen sığınmacılara sığınma statüsü vermeyeceğini açıkladı. Sadece Birleşmiş Milletler’in yerleştirmesine müsaade etmektedir. Kaldı ki 2019’dan itibaren BM’nin de Türkiye’deki tesiri hemen hemen hiç kalmamıştır. Bu ne demektir aslında? Avrupa diyor ki ‘Mültecileri siz tutun, parası neyse veririz’. Milyonlarca dolar değerindeki bu anlaşma, Mazen gibi bir çok çocuğun hayatını tepetaklak etti. Nasıl? Ekonomik gelir düzeyi düşük olan sığınmacıları toplama kamplarına ve geri gönderme merkezlerine mahkum etti. Türkiye gerekeni yaptığı sürece AB için sıkıntı yok. Daha beterini Libya ile olan anlaşmasından da görebiliriz. AB’nin İtalyan can kurtarma gemilerini nasıl sabote ettiğini görüyoruz. Kendine mensup İtalya’yı değil ama Libya sahil güvenlik ekiplerini, mültecileri denizde boğmak için nasıl desteklediğine tanık oluyoruz. Bu anlaşmalar insanlık adına bir kara lekedir, mide bulandırıcı bir iki yüzlülük örneğidir.
“HEPİMİZ EŞİTİZ, AYNIYIZ”
Gönüllerdeki sınırları kaldırmadıkça hiçbir ayrımcılığın önüne geçemeyiz. Siz siz olun, nerede, hangi pozisyonda, mevkiide, güç derecesinde bulunursanız bulunun, sevmekten vazgeçmeyin. İnsanlık tarihine, maalesef ki, yön veren şey eğer şiddet ve rekabetse (ki İngilizce’deki race kelimesi hem ırk hem rekabet-yarış anlamına geliyor) bunu değiştirmenin tek yolu sevgi aşılamaktır. Tüm kötülükler sevmeyi bilememekten gelir, korkudan beslenir. Bir başkasını sevemeyen aslında kendini sevmiyordur. Kendiyle barışmak isteyen, sevmesini bilmeli. Değişik görünüşlerde olmamız bizi neden bu denli yanıltıyor anlamıyorum. Hepimiz eşitiz, aynıyız. Aynı havayı soluyor, aynı suyu içiyoruz ve herkese yetecek kadar yemek de var bu dünyada!
Sevginin sınırlarını kaldırma konusunda bana esin veren Kongolu politik mülteci arkadaşım, can kardeşim Enzo İkah ve Suriyeli müzisyen-yönetmen can kız kardeşim Maisa Alhafez’e sonsuz teşekkürlerimi iletirim. Konuya dair his ve düşüncelerimizi müzikal filmlere dönüştürdük. Bizlere www.karmamotion.com, www.balladforsyria.com, ve www.refugeehereiam.net sitelerinden ulaşıp, bu filmleri izleyebilirsiniz.