İBB Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Daire Başkanı Tayfun Kahraman’ın ilk kitabı “İstisna Mekân Hukukun Eşiğindeki Kent” okurlarla buluştu. Kent hukukunun oluşma koşullarını ve istisnanın kent hukukuna nasıl yerleştiğini tartışmaya açan Kahraman ile hem kitabını hem de kentsel rantın somut örneklerinden olan Fikirtepe, Sulukule ve Tarlabaşı'nı konuştuk. İstanbul’daki deprem çalışmalarından da söz eden Kahraman, “Uzun yıllardır deprem riskinin bir rant kaynağı olarak görüldüğü bir atmosferi tersine çevirmeye çalışıyoruz.” dedi.
- Kitabınızda, kentleşmeyi istisnalar ve kent hukuku üzerinden anlatıyorsunuz. Bunun için de özellikle Agamben’in o meşhur “İstisna Hali” kavramına başvuruyorsunuz. İlk olarak bunu konuşalım isterim. Nedir bu istisna haller?
Kitabın kuramsal altyapısını söylediğiniz gibi İtalyan felsefeci Agamben ve Alman hukukçu ve felsefeci Carl Schmitt’in “istisna” kavramlarına dayanarak oluşturdum. Hukukun egemen lehine geçici ya da kalıcı olarak askıya alınması “istisna hali” oluşturuyor. Yani kent hukukunda egemenin karar alma yetkisiyle yapılan değişiklik ve düzenlemeler sonucu oluşuyor istisnalar ve hukuk düzeninin dışına yerleştirilmiş birer gerçeklik, kentsel mekânda yapılan müdahalelere öncülük eden siyasal bir tercih halini alıyor. Sonuçta kentsel mekâna müdahaleyi biçimlendiren, kentsel rantları pay eden ve müdahaleye karar veren egemenin karar alma yetkisi ile yasalaştırdığı istisnalar, kentsel mekânda çizdikleri sınırlar ile kentsel toprak üzerindeki bütünden ayrı, yeni bir tanım olarak istisna mekânları yaratıyor. Böylece iktidar hukuk düzeni içinde ama hukuk düzenini dışlayarak kentte kendine yeni bir egemenlik alanı açıyor.
-Türkiye’deki kentleşme pratikleri istisnalar üzerinden mi şekilleniyor?
Evet, Türkiye’de kentsel mekân her dönem egemenlerin tercihleri ile belirlenen istisnaların yön vermesi ile şekilleniyor. Kent mekânında gerçekleşen her ilişki ve uygulamanın temelinde egemen tarafından şekillendirilen kent hukukunun oluşma koşullarını ve istisnanın kent hukukuna nasıl yerleştiğini ve kentleşmeyi belirlediğini görmek mümkün.
Kentsel rant algısı ve rantın paylaşımı sürecinde yaşanan değişimler ile devletin hukuk alanında tanımladığı istisnaların paralel oluşu, bu anlamda hiç de tesadüf değil. Kentsel mekânda bu derece belirleyici olan, hukukun kaynağına yerleşen olağanüstü hâl ve istisna durumu, böylece egemen devletin aktörler arasında taraf olarak tercihlerine dayandırdığı müdahale yöntemlerini de şekillendirmektedir. Kent hukukunun içerdiği normal hukuk düzeni haricinde, yeni bir düzeni ifade eden istisnalar ile sınırları çizilen, yaşamı sürdürmeyi sağlayan kentsel mekânlar ise istisna mekânlara dönüşmektedir. Sonuçta Türkiye’deki kentleşme pratikleri istisnalar üzerinden şekillenmekte. Özellikle de 2000’li yıllarda başlayan dönem, kentsel mekân üzerinde yeni bir hukukun temellerinin atıldığı bir süreçtir.
İSTİSNA VE OLAĞANÜSTÜ HALLER
-İstisnalar için bir de olağanüstü bir halin yaratılması ya da var olması gerekiyor. Bu olağanüstü haller neler? Mesela bir alanın afet bölgesi ilan edilmesi ya da deprem riski olağanüstü durum sayılabilir mi?
Evet, geçici olarak olağanüstü halin tanımı ile getirilen hukuk kuralları kalıcılık kazandıkça istisna da yerleşmekte ve kent hukukunda kalıcı bir durum haline gelmektedir. Böylece olağanüstü hâl üzerinden gerçeklik kazanan istisna ile kent hukuku, kendini dışlayan bu durum karşısında kalıcı ve ağır bir darbe almaktadır. Söz ettiğiniz durumları düzenleyen yasa üzerinden değinecek olursak; aslında konut alanlarında son yıllarda gündeme gelen kentsel dönüşüm kavramına ait yasa ve yasa değişikliklerinin önemli bir bölümü, istisnaları ortaya koymaktadır. Mevcut yasal düzenlemelerin küçük düzenlemeler ile ihtiyaca cevap verebilecek hale getirilmesi şansına karşın iktidarın yeni ve istisnai bir çerçeve yaratması bir tercih göstergesidir.
Afet yasası olarak bilinen 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun bizi istisnalara götüren süreçte afet riski ve afetler karşısındaki kentsel riskleri ön plana çıkaran bir olağanüstü hal durumunu tanımlanmaktadır. Bu kanunla deprem ve afetler düşman ilan edilmiş ve depremle mücadelenin bir olağanüstü hal olarak kurgulanmasının yolu açılmıştır. Tanımlanan düşman ile mücadelede oluşan olağanüstü hal koşulları beraberinde mevcut yasal düzen dışında ve ona aykırı olarak hazırlanan yeni yasal bir çerçeveyi diğer bir anlatımla istisnayı getirir. Diyarbakır’ın Sur ilçesinin 2016 yılında orada yaşanan olaylar sonrası bir torba kanunla 6306 sayılı yasaya ek maddeler eklenmesi sonucu “riskli alan” ilan edilmesi tam da böylesi bir olağanüstü hali izleyen istisnalaştırma. Yani tam da söylediğiniz gibi bir örnek.
-6306 dışında başka kanun maddeleri de var.
Tabii sadece 6306 sayılı yasa değil istisnaların önünü açan. 2005 yılında yasalaşan 5366 sayılı “Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun” adından hiç de anlaşılmayan bir biçimde hukuk alanı dışına çıkarak istisna hükümler ile yasa yapımına verilecek en önemli örneklerden birisi. İstanbulluların gayet iyi bildiği Sulukule ve Tarlabaşı gibi “makro projelerin” kanuni kolaylaştırıcısı da bu kanundur.
-Hukuk bu istisna halleri nasıl yorumluyor?
Kent hukuku disiplinlerarası bir alan; bir yanı hukuk, diğer yanı ise teknik. Anayasal anlamda hukuk, devleti sağlıklı ve düzenli yaşam alanları yaratmak ve kentsel mekânda sosyal adaleti sağlamakla ödevlendirir. Ancak kent hukukunda belirleyici olan elbette ki egemenin tercihleri ve karar alma yetkisidir. Sorunuzun başına dönecek olursak, hukuk siyasal alanda ortaya çıkan bir durumu kabul etmekte ve bu durumu kendi alanı içine çekmektedir. Kendi alanı içinde tanımladığı durumu da aynı zamanda hukukileştirmektedir. Hukukileşme sonucunda olağanüstü hâl karşısında ortaya çıkan hukukun eşiğindeki istisna kural haline gelmektedir. Bu şekilde siyasal alanın tanımladığı durumun hukukileşerek kural olması istisnayı ortaya çıkarmaktadır. Sonuç olarak siyasal alanı işgal eden egemen olağanüstü hale karar verendir. Bu yetkisi ile bir yandan hukuka dayanırken bir yandan da olağanüstü hâl tanımı ile onu askıya alabilmekte ve istisnayı da hukukun içine çekebilmektedir.
-Kitabınızda, kentleşme pratikleri ya da planlama sizin ifadenizde “egemenler” tarafından belirleniyor. Bu durumu, özellikle son 20 yıl üzerinden İstanbul için nasıl okumak gerekir?
04.03.2004 tarihli “5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Kanunu”, mevcut hukuk düzeni dışına çıkarak istisnaları tanımlayan ilk yasal düzenleme oldu. Onu 16.06.2005 tarih ve 5366 sayılı “Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun”, onu da bir kısmını daha önce zikrettiğimiz diğerleri izledi. Sonuçta son yirmi yılda kenti kentlilerin aleyhine dönüştüren olağanüstü hal – istisnalar oluştu. Tüm yasal düzenlemelerin etkisi en çok da İstanbul’da hissedildi. Az önce de söylediğim gibi 5366 sayılı yasaya dayanarak tarihi doku ve yapılar, birer arsa olarak görülerek yeniden inşa edildi. Bu yanıyla kelimenin zıttını ifade ettiği distopik bir gerçeklik, egemenin istisnaları hukukileştirmesi ile bir gerçeklik haline dönüştü. Tarlabaşı, Sulukule, Fikirtepe işte bu gerçekliğin kentimizdeki karşılıklarıdır. Bugün rant odaklı değil afet odaklı dönüşüm çabalarımız ise kentlilerin son yirmi yılda yaşananlara tepkisinin doğal sonucudur.
İSTİSNANIN KURAL HALİNE GELMESİ
- Kitabınızdaki metinlerden anladığım kadarıyla, hukukta yaratılan istisnalar bir şekilde normalin kendisine dönüşüyor. Bu normalin kentsel rant üzerindeki etkisi nedir?
David Harvey’e göre; yapılı çevre, aşırı birikim krizine giren sermaye için aynı zamanda bir çözüm mekânıdır. Sermaye üretim alanında oluşturduğu artı değeri, kentsel mekâna aktarmaktadır. Bu işleme yani sermaye birikim sürecine zemin hazırlayan da olağanüstü hal sonucu normalleşen değil ama hukukileşen istisnalar olur. Böylece kentsel mekân kentsel ranta dönüşür. İdare az önce telaffuz ettiğimiz “sağlıklı ve düzenli yaşam alanları yaratma ve kentsel mekânda sosyal adaleti sağlama” ödevini bir yana bırakır ve maksimum kentsel rant yaratmak üzere kolaylaştırıcı olur. Bütün bu süreçte amaç tam da budur. Örneğin, riskli olmayan yapıların da uygulama bütünlüğü gerekçe gösterilerek kanuna tabi tutulması yani risk taşımayan yapıların da bakanlığın belirleyeceği riskli alan sınırları içinde kalmaları durumunda yıkılabileceği anlamına gelmesi kentsel rant oluştururken hukuki meşruiyet taşıma kaygısında dahi olunmadığını gösterir.
-Kentsel rant, kent hukuku, istisna ve olağanüstü hal denilince belki de en fazla konuşmamız gereken yer Fikirtepe. Siz de kitabınızda bu bölgeyi değerlendiriyorsunuz. Neler söylenebilir?
Fikirtepe, Kadıköylü hemşerilerimizin yakından bildiği bir gerçeklik. Ben de Fikirtepe’den söz ederek bir önceki soruyu yanıtlamaya da devam etmiş olayım. Agamben’in söylediği gibi kent mekânı içerisinde kent bütününden ayrı konumlanan istisna mekânlar; egemenin hukuk dışına çıkardığı ve kamu yararına ulaşma amacını bırakıp kentsel rantlara ulaşmak üzere farklılaştırdığı mekânlar halini almaktadır. Fikirtepe tam da böylesi bir alan. Çok iyi bileceğiniz üzere 1950’lerin sonlarından itibaren Anadolu’dan göç edenlerin yerleşerek kurdukları Anadolu Yakası’nın ilk gecekondu alanıdır. Dönüşüm gündeme geldiğinde bu alanın sakinleri basına da yansıdığı üzere başlarına talih kuşu konduğunu ve oluşan kentsel rantın kendilerine kalacağını düşündüler. Oysa egemen ve onun politik tercihi olan sermaye mekâna yerleşirken, bir tarafıyla da orada yaşayanları sürece razı etmektedir. Talih kuşunun konacağı yer önceden bellidir. İstisna olarak tanımladığımız “6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”, uygulama aşamasında tanımladığı riskli alan ile mekânı farklılaştırmakta ve çevrede yer alan kentsel yerleşimlerin dışında yeni bir mekân tanımlamaktadır. Fikirtepe’de olan da budur.
Bir sonraki aşama ise, istisnanın genelleşerek kural haline geldiği ve istisna mekânların tüm kentsel topraklara genişlediği bir süreci işaret etmektedir. Bu da Fikirtepe’nin barındırdığı daha büyük tehlikedir.
“TERSİNE ÇEVİRMEYE ÇALIŞIYORUZ”
-Deprem, İstanbul için olağanüstü bir durum yaratabilir. Ancak yıllardır deprem bahane edilerek kentsel rant için de zemin yaratılıyor. İBB’de bulunduğunuz konumunuz gereği bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Elimizdeki bilimsel tahminler İstanbul’da yüzde 65 olasılıkla, önümüzdeki 30-35 yıl içerisinde 7- 7,5 büyüklüğünde bir deprem olabileceği yönünde. Bu gerçeklik İstanbul’da “afet odaklı” bir dönüşümü zorunlu kılıyor, üstelik de büyük bir hızla. Ancak sizin de söylediğiniz ve önceki soruların yanıtlarında da değindiğimiz gibi şimdiye kadar bu risk kentsel ranta gerekçe olarak kullanılmış. Rant odaklı, ihtiyaç duyulan hızdan uzak bir dönüşüm gerçekleşmiş. Sayın Başkanımız Ekrem İmamoğlu’nun da daha önce telaffuz ettiği gibi önceki dönem dönüşüm hızı ile kentimizin bir asırda dahi dönüşmesi mümkün değildi. Oysa kısa sürece önce 1999 yılında deprem Marmara Bölgesi’nde çokça can ve mal kaybına yol açarak acil tedbirleri anımsatmıştı. Yine de 2011 yılındaki Van Depremi’ne kadar kentlerdeki kırılgan dokunun yenilenmesi için genel bir politika ortaya konmuş değil. Bu büyük depremler sonrası idareler tarafından deprem gerçeği ve bu gerçek karşısında yapıların güçlendirilmesi ya da yenilenmesi gerektiği kabul edilmekle birlikte geçen uzun süre içerisinde etkin bir mücadele yürütülmemiştir. Bilakis az önce de söz ettiğimiz gibi bu gerçek kentsel rant üretimine gerekçe edilmiş.
-Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Daire Başkanlığı olarak yaptığınız çalışmalar var. Şu ana kadar neler yapıldı?
Biz göreve geldiğimizde öncelikle mevcut durumun tespiti için uğraş verdik. Bu uğraşın, çalışmaların hala da sürdüğünü söyleyebilirim. Durumun fotoğrafını çekmek için öncelikli risk alanları olan Avcılar ve Silivri ilçelerindeki çalışmalarımız öngörülen hasarın elimizdeki öngörü raporlarından oldukça fazla olacağını gösteriyor. İçinde bulunduğumuz yılın sonuna doğru tüm kentin fotoğrafını çekeceğiz, mevcut tabloyu tamamlayacağız. Bu anlamda aldığımız her yol bize acelemiz olduğunu gösteriyor. Bu yeni dönem bilimsel çalışma ve bilgilerin ışığında şeffaf ve katılımcı bir tarzda hep beraber mücadele dönemi. Uzun yıllardır deprem riskinin bir rant kaynağı olarak görüldüğü bir atmosferi tersine çevirmeye çalışıyoruz.
Acil bir dönüşüme ihtiyaç var ve bunun yegane odağı da bu gereklilik. Artık dönüşüm afet odaklı. Hemşerilerimizin çekincelerini anlamak hiç de güç değil ancak İBB bu yeni dönemde bir rehber, yol gösterici olarak, hukuksal ve teknik destekçi olarak sürekli İstanbullularla birlikte olacak. Mevcutta kentin birçok yerinde İstanbullularla birebir iletişim kurmak için Katılım ve Çözüm Ofislerimiz var. İstanbul’un iki yakasında birer tane Deprem Üssü ve her bir ilçesinde de Deprem İletişim Merkezleri açacağız. Afeti kentin gündeminde tutacağız, doğrudan iletişim kuracağız ve hep beraber dönüşeceğiz. Bu konuda çok daha uzun uzun konuşabilirim ancak burada bırakayım. Belki başka bir zaman sizin vasıtanızla Kadıköylülerle çalışmalarımızı daha uzunca paylaşmak mümkün olur.
-Son olarak neler söylemek istersiniz?
Çok yakın bir zamanda ilk adımları atılacak Afet Gönüllüleri projesine değineyim. Beklenen büyük afeti en sağlıklı bir biçimde atlatmamızın biricik yolu tüm kentte “afet odaklı” bir yaşam ve toplumsal dayanışma olacak. Afet Gönüllülüğü projesinde biz idare olarak kolaylaştırıcı ve olanak sağlayıcı bir rol oynayacağız. Projeye önayak olacağız ve lojistik olarak destekleyeceğiz. Amacımız kentimizin tüm mahallerinde örgütlü bir afet dayanışma ağı kurmak. Bu ağ ile tüm kentle afete dair süreğen bir iletişim içerisinde olacağız.
Afet Gönüllüleri hiçbir katkıyı küçümsemeden her türlü katkıya açık hatta bu katkının arayışında olacak. Her yaş ve kültürden bireylere hiçbir kısıt olmaksızın açık olacak. Herkes verebildiği kadar emek verecek, ayırabildiği kadar zaman ayıracak. Tabiri uygunsa sadece çorbaya tuz atabilenin dahi önü açılacak. Böylece her mahallede afet sonrasında ne yapılacağını bilen ve birlikte hareket eden topluluklar oluşacak. Bu toplulukların afete dair çeşitli eğitim ihtiyaçları idare tarafından karşılanacak ve mahallelerin birbiri ile ayrıca irtibatı olacak. Afet odaklı dönüşüme eşlik edecek böylesi bir toplumsal dayanışma ağı sanıyorum afeti psikolojik olarak da baş edilebilir hale getirecek. Son yıllarda Kadıköylülerin örnek alınacak dayanışma ağları ve bu konuda birikimleri var, Afet Gönüllülüğüne de çok çabuk destek olacaklarını düşünüyorum.
Olağanüstü halleri izleyen istisnalar, toplum yararına olmayan sonuçlar doğurdu. Ancak şimdi toplumsal yarar gözeten, bilimsel ilkelere uygun davranan, şeffaf ve katılımcı bir “kentsel iyileştirme” çabası içerisindeyiz. Tüm Kadıköylülerle irtibatta olmak isteriz. Kentimizi hep beraber iyileştirebilir, afetle baş edebiliriz.