İlk kitabı İtaki Yayınevi’nden çıkan ve ikinci basımı yapılan Kötü Tohumlar’ın 25 yaşındaki genç yazarı Asım Eraydın ile konuştuk. İzmir doğumlu ve hayatının büyük bir çoğunluğu Trabzon’da geçen Eraydın, Marmara Üniversitesi’nde Radyo Sinema Televizyon bölümünde son sınıf öğrencisi.
Yazmaya nasıl başladınız?
Çok küçük yaşımdan beri yazmayı çok seviyordum, okumayı söktüğüm ilk zamanlarda Jules Verne’nin Ay’a Yolculuk adlı kitabını okumuştum. O kitabı okuduğumdan beri, hikâye anlatmanın bir iş olması ilgimi çekmişti. Ondan sonra hep yazmaya çalıştım, çok küçük yaşta okuduğum kitapların parodilerini yazıyordum ve annemle o sayfaları dikip kitap yapıyorduk. Sonrasında, lisede ciddi bir edebiyat okuru olmamla birlikte, bu hayal şekillendi “Ben artık edebiyatçı ve romancı olabilirim” şeklini aldı. 2017 yılında, yazar olma hayali ile İstanbul’a taşınıp, Felsefe bölümüne başladım. O dönemlerde öyküler yazıyordum, ama hiçbir yere göndermiyordum. Üniversiteden Erkan Irmak hocama gösterdim yazdıklarımı, kendisi çok iyi bir edebiyatçıdır, bana “Sende hamur var, yazmalısın, devam etmelisin” dedi. O böyle söyleyince, işi daha da ciddiye aldım, birkaç roman denemem oldu ama hiçbirini tamamına erdiremedim, sesimi bulmuş gibi hissetmiyordum. Pandemi döneminde okuduğum üniversite kapatılınca felsefe okumayı bıraktım ve o süreçte Kötü Tohumlar’ı yazdım. Sonrasında Marmara üniversitesi Radyo Sinema Televizyon bölümüne geçiş yaptım. Kitabım, 2022 yılında okuyucu ile buluştu.
“SINAVDAN ÇOK YAZARLIĞA ÇALIŞTIM”
En büyük destekçileriniz kimlerdi?
Aile konusunda çok şanslıyım, istediğimi yapmam için beni çok desteklediler. Babamın, sinema ve edebiyata büyük bir ilgisi var, o da ben bu alanlardan tercih yaptığım için bana destek verdi. Ayrıca, Trabzon Sosyal Bilimler Lisesi’nde okudum. Edebiyat hocam Mesut Topal ve felsefe hocam Okan Okutan bana çok destek verdi. Lise son sınıftayken üniversite sınavından çok bana verdikleri okumalar sayesinde yazarlığa çalıştım.
İlk romanınızı yazma süreciniz nasıldı?
Öncelikle belirsiz bir süreçti, ne yapacağımı bilmiyordum belki hiç yayınlanmayacaktı. Ama kaderin cilvesi ki pandemiyle beraber eve kapandım, dışarı çıkamıyorduum, arkadaşlarımla buluşamıyordum, sosyalleşemiyordum, yapayalnız kaldığım bir dönemdi. Ben de karakterle yaşamaya başladım, sabah yazdığım şeyleri gerçekten yaşıyormuş gibi gerçek olaylarmış gibi onları düşünüyordum. O dönem, hayatımda tamamen Kötü Tohumlar vardı. Tekrar yazmalarla birlikte kitabı tamamlamam dokuz ay sürdü.
YARI OTOBİYOGRAFİK KURGU
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz, neden Kötü Tohumlar?
Kitap ismini ‘Nick Cave & The Bad Seeds (Nick Cave & Kötü Tohumlar)’ grubunun isminden ve romanda anlattığım karakterlerin hikâyesinden dolayı, Kötü Tohumlar olarak seçtim. Çünkü kitabın karakterleri, hayallerini ve ailelerinin kendilerinden beklentilerini gerçekleştiremiyor ve hayata tutunamıyorlar. O yüzden, filiz vermeyen tohum mantığı ile kötü tohumları seçmek, hoşuma gitti.
Kitap ise yarı otobiyografik kurgu, Asım adındaki gencin roman yazmak maksadıyla bir yolculuğa çıkmasını anlatıyor, sonra da bu yolculuk onu alıp başka bir hikâyenin içine düşürüyor. Çok iddialı konuşmak istemem ama genel olarak Türkiye’nin kaybolan hafızası ile Asım’ın eski sevgilisinin, kaybolan hafızası üzerinden akan bir metin ya da bir yol hikayesi denebilir.
Kötü Tohumlar’ı bitirdiğinizde ne hissettiniz?
Sanki yıllardır oturduğum mahalleden taşınıyormuş gibi, bir burukluk çöktü içime. Çünkü, dokuz ay sadece o karakterlerle muhatap oldum. Finalde, iki karakterin yolunu ayırdım ve buna üzüldüm, çünkü o insanlar hayatımda o kadar yer etti ki onların hikâyelerinin bitmesi, yıllarca özleyeceğim insanlardan ayrılıyormuş hissi yarattı.
“YAYIN SEKTÖRÜNDE HER ŞEY ÇOK ZOR”
İlk romanımı yazamayacağım, yazar olamayacağım ya da yayınevi basmayacak gibi karamsar düşüncelere kapıldınız mı?
Kapıldım ve hâlâ da devam ediyor, bence çok ünlülerin dışında her yazar da kapılıyordur. ‘Ben beğeniyorum ama insanlar da beğenecek mi’ ya da ‘ben yazıyorum ama düşüncelerimi aktarabiliyor muyum’ diye, yazdığın her şeyi sorguluyorsun. Bu sorgulama, ömrümün sonuna kadar devam edecek diye düşünüyorum, ayrıca şu anda, Türkiye’de yayın sektöründe her şey çok zor, o yüzden ilk kitabın yayınlandı artık hep yayınlanırsın diye bir şey yok. Yerli yazarlar için çok zor günler, yayıncılık çok masraflı, o nedenle yabancı yazarların satılacağı bilinen kitaplar varken, yayınevleri çok zor tercih ediyor yerli yazarları, hatta büyük çoğunluğu zarar edeceğini bile bile tercih ediyor. Bu atmosfer de illaki bir gerginlik yaratıyor.
Genç bir yazar olmanın avantajları neler?
Genç olmayı seviyorum, kaygısızlık hali gülüp eğlenebiliyoruz ama çok kaygılıyız aslında. Gelecek kaygımız var, ekonomik kaygılarımız var, politik kaygılarımız var, binlerce kaygımız var. Ama genç olmanın da bir baskısı var, sanki eğlenmek zorundaymışız gibi, bu dengesiz ruh hali hoşuma gidiyor. Genç yazar olmanın şöyle bir avantajı da var; ‘cahil cesareti’ dedikleri şeye çok sahipsin. Yazıyorsun ve şansını deniyorsun, yaşça büyük ve bilinçli olsak bu şansı denemeye fırsatımız olmayacak, korkacağız. Şu da çok hoşuma gidiyor, yazarlıkla birlikte, çocuk gibi keşfetme hali. Yazar olmasam, yan masada ne olacağı ile ilgilenmeyeceğim, ama yazar olunca ilgileniyorsun ve biraz bile garip bir şey varsa, o benim için çok ilginç bir şeye dönüşüyor. Herkesi sürekli inceliyormuş gibi hissediyorum. Belki yazarlık, şu anda çok doğru bir kariyer değil, bir yandan da çoğu yaşıtım belli bir düzenli hayata giriş yaptı, ama ben daha hala hayale akıyorum. Eve giderken “Şöyle bir roman yazabilir miyim” diye hemen telefonuma not alıyorum. Bu heyecan çok hoşuma gidiyor beni hayata bağlıyor.
“KİMSENİN BİN TANE EŞİ DOSTU OLMAZ”
Kitabınızın ikinci baskısı çıktı, bu nasıl bir duygu, bu kadar ilgi göreceğini beklemiş miydiniz?
Bu çok keyifli bir şey, kitap benden çıktı ve insanlarla buluştu ve bin kişi bunu ilginç bularak aldı. İkinci baskının hayalini kurmuştum, çok zor bir şey, ünlü isimlerin bile bazı kitapları ikinci baskıyı görmüyor. Hayalini kurduğum bir şeydi, gerçek olduğu için çok mutluyum. İkinci baskı olacağını ise şöyle öğrendim; TÜYAP fuarı olacaktı ben de kitapları imzalayacaktım, bana telefon geldi “Biz imza gününü yapamıyoruz, çünkü elimizde kitap kalmadı yenisini basmak zorundayız” dediler. Bu hem iyi hem de kötü bir haberdi benim için, bir yazarın TÜYAP’da imza vermesi tatlı ama, yapamama sebebinin ilk baskının bitmiş olması daha tatlı geldi. Şöyle bir tatlı anım da var; Orhan Pamuk ile tanıştım bu kitap sayesinde, onunla sohbet ederken bana kitabın kaç sattığını sordu ben de söyledim ama “Belki eş dost almıştır” dedim, Orhan Bey de “Asım Bey, hiç kimsenin bin tane eşi dostu olmaz” dedi.
Edebiyat geleneği olan Kadıköy’de bulunmak kitabınızın yazımını etkiledi mi?
Kötü Tohumlar özelinde değil ama, beni şu açıdan etkiledi; yayıncılık sektöründen tanıdığım, farklı alanlarda sanat üretip, bana ilham veren insanlarla Kadıköy’de tanıştım. Kadıköy’deki mahalle hayatı daha huzurlu ve nezih olduğu için, ünlü kişileri sokakta karşımda gördüğümde “Ben sizi tanıyorum, çok seviyorum” dediğimde, onlar “Aa öyle mi sen neler yapıyorsun” diye bana soruyorlar, bir sohbet doğuyor, başka bir semtte olsak belki gerileceklerdi konuşmayacaklardı. Ayrıca hayran olduğum insanlar benim için soyut bir dünyadaydı, onları sokakta görmek somutlaştırdı ve bu bana çok cesaret verdi, ‘ben de yapabilirim’ hissini yarattı.
Lisede çok fazla kitap okurdum, İstanbul’a yeni taşındığım zaman hem koşuşturmadan hem de yeni bir yere alışma sürecinde olduğum için, pek kitap okuyamamıştım, bir arkadaşıma şöyle dediğimi hatırlıyorum “Sadece Kadıköy’de dolanarak, kitapçılara girerek, belki de lisede okuduğum kitapların, bana kattığı bilgi birikimini 3’e 5’e katladım”. Kadıköy’ün günlük konuşmalarında benim vizyonumu açtığı bir atmosferi var, bence bu dünyanın çok az yerinde olur, New York Brooklyn’de vardır bu. Ayrıca genç sanatçılarla tanışmak için muhteşem bir yer, müzisyeni de burada ressam olmak isteyen de burada.