Kadıköylü müzik insanı Murat Ercan’ın ilk albümü Uzun Hikâye, içinden geldiği gibi çalıp söylenmiş, yüzde yüz organik akorların, katkı maddesi içermeyen sözlere eşlik ettiği şarkılardan oluşuyor. Ercan, “Kadıköy, memlekette az bulunan ilçelerden biri... Gösterişi sevmeyen tevazu sahibi insanlar çoğunluktadır burada. Uzun Hikâye, bence Kadıköylü bir albümdür...” diyor.
Söyleşi: Sarp KESKİNER
Hemen her anı müzikle geçen uzun yıllardan sonra (Blue Blues Band’de Batu Mutlugil, Yavuz Çetin, Kerim Çaplı gibi ustalarla aynı sahneyi paylaşmak, İstanbul Blues Kumpanyası, ilk göz ağrısı Virüs...) akademisyen olan, ama müzikle meşkine hiç ara vermeyen bir müzik insanı Murat Ercan... Yıllar yıllar sonra ilk albümü Uzun Hikâye’yi çıkarttı. Yalın, doğrudan, samimi sözler ve çok net bir enstürman hakimiyeti ile karşı karşıyayız. Bu çok gecikmiş buluşma, eski bir dost, Sarp Keskiner’in albümü, aradan geçen yılları konuşmasına vesile oldu.
(kargamecmua Haziran sayısında yayınlanan bu söyleşiyi sizler için sayfalarımıza taşıdık...)
-“Ne çok zaman geçmiş üstünden...” Aşk ile döndüysen, ara zamanı öykülesen?
On iki yıl geçti üstünden... Son olarak, on iki yıl önce müzikle profesyonel olarak uğraşıyordum. Profesyonel müzikten kastım, müzik yaparak para kazanmak. Ara zamana damgasını vuran İngilizce öğretmenliğimdir. Yirmili yaşlardan otuzlara geçmek. Üniversiteyi bitirdim, askere gittim, iş buldum, çalıştım. Arada keyfim olunca evdeki bas gitarımı, akustik gitarımı çaldım. Âşık oldum, kazandım, kaybettim. Çok da çabuk geçti...
-On yedi yıl önce; İstanbul Blues Kumpanyası ile beraber sahnelerdeydik. Sonra ben yeni bir Murat Ercan ile tanıştım. Merak ettiğim şu ki; o sessiz adam aralarda hangi derelerden geçti?
Sessiz adam lafına takıldım, bak... İstanbul Blues Kumpanyası’nda çalarken o kadar sessiz miydim ben? (gülüyor) Sen de bilirsin ki, arkadaş arasında gevezenin tekiyimdir. Tanımadığım ortamlarda ve sahnede nispeten sessizleşirim. Sessizleşirdim... Sanırım, daha fazla sessiz kalamayacağım kadar dert sahibi olmam gerekiyormuş. Dert dediysem şükür; özel bir derdim yok. Senin, benim hepimizin içinden geçtiği dertler. Sadece bazı şeyler galiba bana başkalarına dokunduğundan daha fazla dokunuyor. Ya da bana öyle geliyor. Geçtiğim dereler.. Kendi sabrımın derelerinin kuruması beni ses çıkarmaya yönlendirdi. Gittiğim bir doktor “Sana ilaç vermem doğru olmaz, zira sen kendi ilacını çoktan bulmuşsun” demişti. İlacım ses çıkarmakmış. Elimden geldiği kadar ses çıkarmaya çalışıyorum. Uyumlu sesler çıkarınca müzik olduğuna inanıyorum.
‘ŞARKI YAZMAK DÜNYANIN EN ZEVKLİ İŞİ’
-Şarkıyı bitirmek: Günlerce kelimelerin dolusunu alıp boşunu yokluyorsun. Bir parça için “bitti anı”nı tarif eder misin?
Ne anlatacağımı yazmaya başlamadan önce biliyorum, sadece nasıl anlatacağımı bulmam zaman alıyor. “Nasıl” kısmı kafada çözüldüğünde aslında şarkı bitmiştir. Sonrası; anlatılacak hikâye biter, şarkı da biter. Şarkı yazmak dünyanın en zevkli işi. Bulmaca çözmek gibi bir şey; başı sonu belli olmayan bir bulmaca (gazetede bulmacası çözmekten ya da puzzle yapmaktan nefret ederim, bahsettiğim bu değil). Bir parçasını bulduğunda o parçanın diğerlerinin arasında nerede yer alacağını bilmediğin bir bulmaca, bence çok heyecanla zorlayıcı bir şey.
Albümdeki bazı şarkının sözü için bir sene uğraştım; çok da uzun bir zaman değil gerçi... Bazısı ise bir haftada bitti. Uzun süre uğraşılırsa daha mı iyi yazılır; öyle bir kural yok tabii ki. Kendime her konuda çok acımasız davranırım. Yazdıklarıma da aynı acımasızlıkla yaklaşıyorum. Yazdığımı okuduğumda dalga geçebileceğim bir yön buluyorsam üstünü çizerim, toparlanamayacak gibiyse yırtar atarım. Defalarca okurum, dinlerim. Zira, sözlere çok önem veriyorum; enstrümental müzik yapmıyorum. İnsan sesi müziğin içine girecekse sadece notaya eşlik etmekten öte bir şey söylemeli. Utanmadan eşime dostuma dinletebilecek kıvama geldiğine inandığımda ise şarkının taslağını kaydediyorum. Üç dört senedir bitiremediğim şarkılarım var... Umarım ben bitmeden onlar biter.
-Fetişizmine parmak ucunu dokundurursak, iki anahtar kelime vereyim: Gitar ve ten. Bizlere gitar porno tutkunu çıplakça anlat...
Bak buna sesli güldüm. Gitar fetişi bende çok yeni başlayan bir şey... Gitar fetişi, genelde gitaristlerde görülen bir olgudur, “Bir gitaristin kaç gitara ihtiyacı vardır?: Bir tane daha fazlasına...” esprisi boşuna çıkmamıştır. Ben aslen bas gitaristim ve yirmi senedir aynı jazz bass’ı çalıyorum. Otuz iki yaşımda ilk elektro gitarımı alacakken fiyat-performans ilişkisi iyi ve bana uyacak gitarı bulmak için internet üzerinde gereğinden fazla zaman geçirmiş olmalıyım ki, akıl sağlığımı kaybettim: gitarımı çoktan bulmuş olmama rağmen hâlâ boş zamanlarımı internette gitar fotoğraflarına bakarak geçiriyorum. İlginç bulduklarımı http://pinterest.com/muratercan/ adresinde toplamaya başladım. Bir nev’i, yeni bir uğraş sahibi oldum. Gitar fetişi deyince: Ne ses çıkardıkları çok fazla ilgilendirmiyor beni, zaten hepi topu on 10 tane sound var benim için -belki daha bile az-, o yüzden diğer “gear freak”lerden az farklı benimki. Zaten internetteki fotoğraflardan nasıl duyulduklarını nasıl bilebilirim ki? İşlevden çok şekil önemli.. Tam bi fetiş galiba? Korkutucu...
-18 Mart, senin için çoklu anlamlar taşıyor. Bunları birbirine örer misin?
18 Mart doğum günüm. 2007 senesinde doğum günümde akşama kadar arayanım pek olmadı. Ben de evde kucağımda gitar televizyona bakarken bir arpej buldum, kaydettim. Aynı akşam içinde, arpejin üstüne bir iki satır bir şey yazdım. Doğum günümü hatırlamayanlara serzenişte bulunacaktım. “Hatırlayan mutlu olsun, hatırlamayan olmasın” tarzı bir şey. Aynı akşam, bazı arkadaşlarım aramadan bana geldi. Mutlu oldum falan ve derken, iki üç hafta sonra “benim doğum günüm” konusu fevkalade çocukça ve hâtta, salakça gelmeye başladı... Ama kaydettiğim o iki satır melodi hâlâ çekici tınlıyordu. Bulduğum arpeji bana yazdıran şeyi merak ettim. Çok olası ki, o gün içinde çok fazla kahramanlık türküsüne maruz kalmıştım. Herhalde o türküler bana bunu yazdırdı diye düşündüm. Hatırlanmak güzel şeydir; hele sevenleriniz tarafından hatırlanmak çok güzel şeydir. Bana o arpeji çaldıranın o kahramanlık türküleri olduğuna inandım. Dolayısıyla bana o arpeji yazdıranların çoğu zaman menfaatler dışında hatırlanmayan Çanakkale şehitlerimiz olduğu kanaatindeyim. Onların hatırlanmasını istedim. Ve diğerlerinin... 18 Mart, benim için hatırlanmayı ifade eder. Hatırlanmamanın kötü bir his olduğunu düşünerek “Doğum Günüm (18 Mart)” şarkısını yazdım. Doğum günüm ve Çanakkale Zaferi dışında, üçüncü bir 18 Mart daha var ki; ona ayrı paragraf açmak gerekir: Selamiçeşme’ye yakın yürüyüş mesafesinde çok güzel bir mahallemizdir 18 Mart ve o mahallenin stüdyosu da Stüdyo 18’dir... 1990 yılında dahil olduğum Virüs grubu ile iki küsur sene bütün provalarımızı yaptığımız, kirasına ortak olduğumuz efsanevi Stüdyo 18... Harçlıklarımızdan para ayırır, stüdyo kirası olarak Selim’e (Öztürk) verirdik. Tatil zamanları haftada en az yirmi saat prova yapardık. Provaya mazeretsiz gelmemek yoktu. Okul kırmaktan bile zor işti provaya gitmemek; kız arkadaş tarzı bahanelerin geçerli olmadığı bir çalışma temposu... Çok güzel zamanlardı.
-Birisine hangi kertede, lahzada “sen yalansın” deriz? O anın zirvesi nedir?
“Yalan olmak” lafını çok kullanırım. Sadece eski sevgiliye söylenen, yazılan klişe laflardan biri olarak değil. Baktığın şey sana gerçek görünmüyorsa yalandır. Anın zirvesi, şimdiki zamandır. Eskiden gerçek sandığın kişi ya da şey bugün gerçek değilse senin için daha büyük yalandır; yalan olmuştur.
-Albüm, sound ve duruş olarak Kadıköy’ü ve Kadıköylülüğü selamlıyor mu dersin?
Çok zor soru. Kadıköy bugün memlekette az bulunan ilçelerden biri... Gösterişi sevmeyen tevazu sahibi insanlar çoğunluktadır Kadıköy’de. Müzik açısından bakacak olursak, “Kadıköy Sound” diye bir kavram varmış, ben de yakın zamanda duydum: Güven (Erkin Erkal) bir twitter ötücüğünde “kadıköy sound” demiş Uzun Hikâye için.. Aslen Yeni Levent doğumluyum, 1983’te Selamiçeşme’ye taşındık. Memur (ücretli çalışan) kökenli, yani tahsiliyle para kazanan bir sülaleden geliyorum. On beş yaşımda bas gitar çalmaya başladıktan sonra müzik vasıtasıyla tanıştığım ve bugün hâlâ görüştüğüm yakın arkadaşlarımın benimle benzer aile yapılarına sahip olması bir tesadüf olamaz diye düşünüyorum. 1980 başlarında Kadıköy yakasına yerleşen aileler çocuklarına bir müzik enstrümanı alacak paraya ve kültür altyapısına sahipti. Sanırım bu yüzden bu kadar sanatçı, müzisyen çıktı Kadıköy yakasından. Bu kadar konuştuktan sonra Kadıköy Sound’un hâlâ ne olduğunu tam bilmesem de Uzun Hikâye, bence Kadıköylü bir albümdür...