Kadir İncesu Kadıköylü yazar Nevra Bucak ile Gazete Kadıköy için söyleşti.
Kadir İNCESU
“Kendime yeni bir dünya yaratmak için yazarım. O dünyamın içinde soluklanmaya, avunmaya, belki de gizlenmeye çalışırım. Yazmak; bir yerde sığınmaktır, kaçmaktır, alabildiğine özgürlüktür, karşı koyulamaz büyük bir tutkudur, paylaşmaktır ve okurla sırdaş olmaktır. Çünkü bir yerde de iç dökümüdür yazmak, öte yandan dünyanın en görkemli, en soylu işidir, öyle ki, biz yazarlara doğadan gelen en güzel armağandır” diyen ve doğduğu günden beri Çiftehavuzlar’da oturan Nevra Bucak ile söyleştik.
-Geçmişe özlem duyuyor musunuz?
Geçmişe her zaman özlem duydum. Çocukluğumun geçtiği, çeşmelerinden çekinmeden sular içilen, üzüm bağlarının, çamlarla kaplı koruların, meyve bahçelerinin, papatya ve gelinciklerle dolu kırların alabildiğine uzandığı o yemyeşil, masalımsı yıllara… Sonra, o eski dostluklar, komşuluklar, yardımlaşmalar… Herkes birbirini tanır, sever ve sayardı… Ayrıca, sokağımızda, herkeste çiçek sevgisi, çiçek yetiştirme özeni vardı. Bahçelerimiz güllerle, menekşelerle, lalelerle, sümbüllerle, renk renk ortancalarla dolup taşardı. Çiftehavuzlar’da mandıra bile vardı. Büyük Kulüp’ün karşısındaydı. Mandıranın sahibi Andon Efendi’den taze yumurta, süt alırdık. Kapımıza dek getirirdi. Güler yüzlü, saygılı bir adamdı. Her paskalyada mahalleye, bahçelerinde yetiştirdiği kucak dolusu zerrinlerle birlikte renk renk yumurtalar dağıtırdı. İşte bunları özlüyorum.
-Sadece Çiftehavuzlar’da değil, İstanbul’un pek çok semtine adlarını veren yapılar, eserler, korular zamana direnemiyor… Pek çok kişi, semtin adıyla semt arasında bir bağ kuramıyor. Hatta bu durum sokaklar için de geçerli… Duymayanlar, bilmeyenler için anlatır mısınız, Çiftehavuzlar adı nereden geliyor?
Babıâli Muhafızı Cemal Paşa’nın 1887’de yaptırdığı köşkünün bahçesindeki çift havuzlar nedeniyle Çiftehavuzlar deniliyor. Yine de bir gizdir bu… Öyleyse bu gizi korumaya çalışalım, büyüsünü bozmadan biraz ucundan tutup kaldıralım… Çocukluğumda, sokağımızın Cemil Topuzlu Cadde’sine inen ucunda, Kadıköy sahil yolundan gelindiğinde solda, Bostancı’dan gelindiğinde sağda, yoldan biraz yüksek bir zemin üzerinde büyük bir koruluk göze çarpardı. Bu koruluğun bir köşesinde, yarı yıkılmış eski bir yapı, yapının çevresinde biri oldukça büyük, diğeri küçük iki havuz vardı. Büyük havuzda artık çamur rengine dönmüş suyun içinde, çürümüş tahta bir kayık dururdu, aynen korku filmlerindeki gibi. Annelerimiz oradan yalnız geçmemize izin vermezlerdi, düşüp kalmayalım diye. Büyük havuz o denli derindi ki, içinde sabit bir merdiven dururdu. Annemle birlikte havuzların yanından geçerken, nedense koyu bir korku ya da adını koyamadığım bir acı sarardı içimi. Yıllar sonra anneanne olduğumda öğrendim, bu çevrede görkemli bir saray yaptırıp yaşamış, Bizanslı güçlü bir devlet adamı olan imparator naibi Rufinus’un boğdurularak öldürüldüğünü… O zamanlar, Çiftehavuzlar’a dahası Caddebostan’a kadar semtin adına Rufinia denilirmiş. Rufinus’un dillere destan sarayı nedeniyle.
-Haldun Taner’in, Nevra Bucak’ın yazarlığına ne gibi etkileri oldu?
Öykülerimi okuyan ilk yazardı. Bana yazma gücünü, güvenini vermiş, beni yüreklendirmişti. Haldun Hocamızı, en çok, ilkyazı karşılayan güneşli sabahlarda kulübün (Büyük Kulüp) bahçesinde görürdüm. Oraya, kimsenin olmadığı saatlerde gelir, sırtında tarçın renkli yün hırkası, koltuğunun altında kitabı, dosyasıyla deniz kenarındaki masalardan birine oturur, sol elini alnına götürür, başını önündeki kitaba eğerdi. Hafta sonları, akşamüzerleri kendisi gibi kibar ve zarif eşi Demet Taner hanımefendiyle birlikte bahçede göründüğünde, dostları, sevenleri ayağa kalkar, kendisini karşılar, masalarında yer verirlerdi. Değerli yazarın oturduğu masadakilerde onurlanırlardı.
-Aslında ben yayımlanmayan ilk roman çalışmanız “İspanya Semalarında”yı merak ediyorum…
“İspanya Semalarında”yı on beş yaşımda babamın siyah daktilosunda yazdım. Çiftehavuzlar kitabımda bu ilk romanımdan söz ettim. Serüven ve aşk romanıydı. Üç yüz daktilo sayfası. Hâlâ saklarım. Bir matadora âşık olan on altı yaşında esmer güzeli Juana’nın trajik öyküsü. Komşumuzun yakışıklı esmer oğluna âşık olmuştum. Işıl ışıl bir bahriyeliydi. Hem yakışıklı, hem de nişanlıydı. Belki romanım basılır, nişanlılar da anlarlar diye, daha o zamandan bilinçaltında başlayan yazar sorumluluğuyla, beğendiğim bahriyeliyi İspanya’da matador yapmıştım.
-Diğer kitaplarınızdan da söz etsek…
İlk romanlarım; “Issız Kadınlar”,”Aşkın Kutupları” ve “Mevsimler Farklıdır”; kadın dünyasını
irdeleyen, sorgulayan yapıtlardır. Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldığım “Beyoğlu’nun Eski Ustaların”da levantenleri anlattım. Örneğin Hacopulo Pasajı’nın elli yıllık şapkacısı madam Katya, kırk beş yıllık şemsiye tamircisi Mıgır Baba gibi... “Kule”, köktendinciliğe karşı yazdığım bir romandır. Bir bilimkurgu olan,”Son Güneşin Çocukları”, 91’deki körfez savaşının acı anısına yazdığım romandır. Dünyanın bir ikizi olan Ustarus adını verdiğim bir gezegende geçer. Savaşa karşı yazdığım romanlarımın ilkidir. Ardından yine bir bilimkurgu ve bu kez bir çocuk romanı olan “Uzaylı Kız Tira”yı yazdım. Bu kitapta çevre, barış ve sevgiyi işledim. “Kızın Adı Candan”, yine çocuklar için yazdığım, dahası çocuklara Sait Faik’i anlatmak amacıyla yazdığım bir kitaptır. Sonra bir yayınevinin isteği üzerine yazdığım Kerem ile Aslı. (uyarlama, çocuk romanı) Derken, yine büyükler için yazdığım “Laledeki Gözyaşı”. Bu romanımın bir bölümü III. Ahmet döneminde, bir bölümü de, günümüzde geçer. Bu roman, Osmanlı kadınıyla, Cumhuriyet kadının farklılığını, kazanımlarını irdeler... Evleneceği kocasını önceden hiç görmeden gerdeğe giren bir Osmanlı kadınının dramını anlatır... Sonra, yaşadığım semti anlatan “Çiftehavuzlar”ı yazdım.”Giz Yolculukları” ve “Kadınların Şarkısı,” en son basılan romanlarımdır. Bu romanlarda da, kadınların farklı sevi ilişkilerini dile getirmeye çalıştım. Sonra sevgili torunum Zeynep için bir masal yazdım: “Zeyno’nun Su Perisi”... Kasımda basıldı. Şu sıralar, yine savaşa karşı bir roman üzerine çalışıyorum... Bir Ortaçağ romanı; ama benim kafamda kurguladığım bir Ortaçağ... “Deniz Çekilirken”...Bu yapıtımda da, yine çok farklı ve sıradışı sevi ilişkilerini ele aldım... Savaşan bir dünyada bile aşk her zaman, her yerde köklenir, köklenmelidir de...
-Bir insanın neredeyse bütün yaşamını aynı semtte geçirmesi nasıl bir şey?
Elbette, güzel bir şey. Ama bazen de insanı bunaltabilir; bu da bir gerçek! Yine de hoşnutum, nankörlük yapmak istemiyorum. Sokağınıza çıktığınızda, herkesin size tanıdık gelmesi, sanki büyülü bir gerçeklik gibi…
-Bahçe içinde tek katlı evlerin yıllar sonra sakinlerinin adlarıyla apartman olarak yükselmesi-ki buna sizin eviniz de dâhil-anıları da alıp götürmüyor mu?
Elbette, alıp götürüyor anıları… Eski günlerden söz edilirken, kimi zaman gözler yaşarır, iç çekmeler duyulur. Yalnızca evimiz yıkılırken değil, yan komşumuz Muhterem teyzelerin evi de yıkılırken aynı acıyı yaşadım, paylaştım. Bana sanki ev ağlıyor gibi gelmişti. İnsan yapısı; her şart ve ortamda avunmak için pratik bir çözüm üretebiliyor yine de. Komşularım, anılarını anlatarak, ben de yazarak yaşatmaya çalıştık, çalışıyoruz da…
-Nevra Bucak’ın yaşamında Kadıköy’ün yeri nedir?
Ben Kadıköy’ümüze, küçük Beyoğlu diyorum. Annem Kadıköy’ü çok severdi; öte yandan anneannem ölene dek Kadıköy’e alışamadı, Çiftehavuzlar’a da. 40’lı yıllarda Harbiye’den gelmişler. Harbiye’nin en gözde olduğu o cıvıl cıvıl yıllar… Tiyatrolar, operetler diyarı… Anneannem için Kadıköy, gelişmiş bir köydü yalnızca. Ama şimdi görseydi, sanırım bu düşüncesi çoktan değişirdi; sık sık Süreyya ve Reks sinemasına giderdi. Ben de, anneannemin aksine, karşı yakaya geçtiğimde adını koyamadığım gizemli bir yabancılık duyumsarım. Çünkü ben burada doğdum, büyüdüm, çocuklarım ve torunum oldu, hep bu yakada. Açıkcası, Kadıköy; benim gözbebeğimdir.
Fotoğraflar: Kadir İNCESU