Notalarla Sözlerin 40 Yıllık Dansı:Bülent Ortaçgil

Kemik çerçeveli yuvarlak gözlükleri, sakalı, samimi gülüşü ve elinde gitarıyla; naif bir romanı anlatır gibi söyledi şarkılarını yıllardır Bülent Ortaçgil. Her dönemin müzisyeni olan usta, bu yıl müzikte 40. yılını kutluyor. Hiç eskimeyen şarkılarını bir kez de Kadıköylüler için söyleyen Ortaçgil’le 40 yıllık serüvenini konuştuk.

12 Nisan 2012 - 10:50

Bülent Ortaçgil, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin organizasyonuyla geçtiğimiz günlerde Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde bir konser verdi. Her yıl mutlaka Kadıköy’de bir konser veren ustanın bu seferki dinletisinin bir özelliği vardı çünkü Bülent Ortaçgil bu yıl müzikte 40. yılını kutluyor. Müzisyen dostlarının eşliğinde 40 yılın şarkılarını söyleyen Ortaçgil’i kuliste ziyaret edip lise yıllarına kadar bir yolculuk yaptık. Siz de bu keyifli sohbete tanık olmak istiyorsanız buyurun söyleşimize…

 
-Aslında Kadıköylülerin gazetesi olarak en çok merak ettiğimiz Kadıköy’de yaşadığınız yıllar… Müzikle tanışmanız Kadıköy Maarif Koleji’nde oldu değil mi?
Kadıköy Maarif Koleji’ne 1960 yılında girdim, 1968 yılında da mezun oldum. Tabi o zamanki Kadıköy’le bu zamanki Kadıköyle kıyaslamak bile tuhaf geliyor.
 
-Nasıldı o zaman Kadıköy?
O zaman Kadıköy Bağdat Caddesi, Erenköy gibi yerler çoğunlukla yazlık yerlerdi. Yazın aşırı dolu, kışın ise yazlığa gelenlerin karşı tarafa Şişli, Nişantaşı, Beyoğlu gibi yerlere gittiği dolayısıyla kış aylarında da bir hayli tenha yerlerdi. Göztepe’deki Erenköy’deki köşklerin yaşadığı zamanlardı. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa İstanbul’un nüfusu 1 buçuk milyondu. Şu anda 17 milyon ve benim hala adını bile duymadığım, hiç görmediğim ve görmeyi de düşünmediğim bir sürü mahalleye sahip.
 
-Sizin ailecek Kadıköy’ü tercih etme sebebiniz neydi? Özel bir sebebi var mıydı?
O yıllarda Kadıköy’de oturmuyorduk, Çarşıkapı’da oturuyorduk. Ben, Kadıköy Maarif Koleji’nde yatılı olarak okuyordum. Zaten gündüzlü olan yoktu, herkes yatılıydı. Lise yıllarında ise gündüzle olarak sürdürdüm okumayı. Herkes gibi vapura binerdim, Kadıköy’den Moda’ya yürürdüm. Karaköy’den Çarşıkapı’ya tramvay 25 kuruştu, bazen param olmazdı, orda da yürürdüm.
 
SERÜVEN “DAMLALAR”LA BAŞLADI
 
-Lisede müziğe yönelmenizin bir hikâyesi var mı?
Özle bir hikâyesi yok. Kadıköy Maarif Koleji’nde çok sayıda yabancı öğretmen vardı. Barış gönüllüsü adı altında genç Amerikalı ya da Anglosakson kökenli genç hocalarımız vardı. Müziğin de daha popüler olduğu, herkesin müzik dinlemeye başladığı, dünyada müzik adına bir şeylerin değiştiği, yeni yeni yaratımların yaşandığı bir dönemdi. Hocalarımızdan öğrendiklerimiz sayesinde dünyayla iletişimimiz herkesten fazlaydı. Dünyada ne yapılıyorsa biz de onu yapıyorduk. Böylece gitar çalmaya başladım. Hepimizin Beattles’a hayran olduğu, onların şarkılarını çalmaya ve söylemeye çalıştığı zamanlardı.
 
-Mazhar Alanson da sizinle aynı dönem Kadıköy Maarifte’ydi değil mi?
Mazhar sanırım 1-2 yıl Maarif’te okudu. Ankara’dan gelmişti. Hiç aynı sınıfta olmadık. Müzik gruplarımız da ayrıydı.
 
-Neydi sizin grubunuzun adı?
Bizim lise grubumuzun adı Damlalar’dı ama Mazhar’larınkini hatırlamıyorum.
 
-Damlalar’la yarışmalara katıldınız mı?
Milliyet Gazetesi’nin Liselerarası Müzik Yarışması’na katıldık, finale kaldık ama kazanamadık. Sonra Damlalar grubu modifiye oldu. Okul dışından katılımlar oldu. Ben Damlalar’da hem şarkı söylüyordum hem de davul çalıyordum. Davulum yoktu, davul çalmayı da bilmiyordum. Tamamen taklit ederek çalmaya çalışıyordum. Sonra yavaş yavaş arkadaşlarımdan gitar çalmayı öğrenmeye başladım. Kendi kendime geliştirdim daha sonra.
 
-68 Gençlik Hareketi’nin etkisi var mıydı o dönem Kadıköy Maarif’te?
Biz yabancı bir okulda okuduğumuz için 68 hareketinin etkisi de vardı ama buna paralel olarak varoluşçu hareketin de ciddi bir etkisi vardı. Ben kendi adıma tüm varoluşçu edebiyatı okumuş birisiyim mesela. Kadıköy Koleji’ndeki ağabeylerimin ya da ortamın güzel ve cazip bulduğu ve okumamız için bize empoze ettiği kitaplardı bunlar. Çok keskin politik hareketler yoktu, benden sonra başladı. Ben ve bizim arkadaşlarımızdan 68 hareketinin politik çizgisinde lider olan kimse yok. Daha sonra üniversite yıllarından var. Bir de Kadıköy Koleji uzun süre yatılı olduğu için insanlar birbirini etkilediler ve daha çok sanata spora mesai harcadık.
 
-Sizin dönemden çıkan başka sanatçılar var mı?
Müzisyen yok ama çok sayıda tiyatrocu var. Mehmet Birkiye, Tarık Günersel, Sabri Özaydın… bizim okuldan çıktılar. Liselilikten konuşurken şunu unutmayınız: Liseli kendinden büyükleri tanır ama küçükleri tanımaz! (gülüyor). Dolayısıyla benden küçük sanatçıları pek tanımıyorum.
 
‘SÖZLERİMDE ÇOK KİTAP OKUMAMIN ETKİSİ VAR’
 
-Biraz şarkı sözlerinizden bahsedelim. O dönemde okuduğunuz kitaplar, dinlediğiniz şarkıların etkisi var mı bugünkü şarkı sözlerinizde?
Kesinlikle var. Demin bahsettiğim kültürel ortam, taze beyinler… Ciddi kitap kurduyum ben. Okumak bize öğretildi, güzel bir şey olduğu öğretildi. O alışkanlığı elde ettim bir kere. Artık çok okuyamıyorum ama yaz aylarında Bozburun’da olabildiğince okurum. Elimin altında her an bir kitap vardır.
 
-Sözleriniz genelde insanın psikolojisiyle, ruhsal durumuyla ilgili. Toplumsal olaylar etkiler mi müziğinizi?
Etkiliyor tabi. Ben kendimi bildim bileli, yani en az 25 yıldır akşam haberlerini izlerim, günlük gazete okurum. Dolayısıyla, hiç söz etmekten hoşlanmadığım ve insanların beni hiç etkilemediğini düşündüğü günlük olaylardan haberdarım. Ama bunları kendi şarkılarımda kullanmam ya da öyle bir kullanırım ki kimse kullandığımı anlamaz.
 
-Sizi özellikle üniversite gençliğinin çok sevmesinde, naif ama aynı zamanda başkaldıran sözlerinizin etkisi olduğunu düşünüyorum…
Doğrudur. Bir de ben insanın zaaflarını kullanmayı bilen biriyim. Örneğin kendi zaaflarımı, yaşadıklarımı şarkılarımda kullandım. Kendi yaşadıklarımdan dersler çıkarıp bunların genel olarak yaşandığını düşünüp şarkılarıma yansıttım. Öyle olunca insanlar herhangi bir şarkımdaki satır aralarında mutlaka kendilerine dair şeyler yakalıyorlar. Benim de bunları söyleyebilme becerim sadece kendimle uğraşmamdan geliyor. Çok kitap okumak, kendini analiz etmek, bu tür şeylerin politikadan daha zengin şeyler olduğunu kavrıyor olmak, beni insanlarla buluşturdu. İnsanlar sanıyorlar ki, dünyada neler olup bittiğinden haberi olmayan, hiçbir şeyle ilgilenmeyen, umurunda da olmayan, hatta hafif keşiş hayatı yaşadığımı sanıyorlar ama öyle değil…
 

‘DEĞİŞİRİM KORKUSUYLA MÜZİKTEN PARA KAZANMADIM’
 
-Müzikte 40 yılı geride bıraktınız. 1974 yılında çıkarttığınız ilk albümünüzden beri Bülent Ortaçgil çizgisini aynı şekilde sürdürmekte zorlandığınız zamanlar oldu mu?
Türkiye’de iyi eğitim almış birkaç milyon insandan biriyim ben. İyi eğitim almış, birkaç yabancı dil bilen, yurt dışına gidip gelmiş… vs. En uzun eğitimlerden bir tanesini aldım ve açıkçası ekonomik zorluklar karşısında eğilmemek için, değişirim korkusuyla müzikle idame ettirmedim yaşamımı. Kimya mühendisliği yapıp, öyle bir maaşla yaşayıp müziğimi hiç bu işlere bulaştırmak istemedim. O zaman müzikle yaşamak mümkün değildi ama giderek Türkiye de değişti. Hayat beklentilerim hiçbir zaman çok yüksek olmadı. O yüzden artık müzikle ekonomik anlamda da yaşayabiliyorum. Türkiye’deki telif haklarının çoğalması nedeniyle belli bir rahatlığa da eriştim. Şimdi sadece müzikle ilgileniyorum.
 
-Başka bir ülkede müzisyen olsaydım nasıl olurdu diye düşündünüz mü hiç?
Norveç’te bir yıl yaşadım. Askerlikten sonra gittim. İngilizce şarkılar söylüyordum yani müzisyen olarak yaşadım. Ama çok zordu. Ben oraya gittiğimde 28 yaşımdaydım. 28 yaş, başka bir ülkenin insanı olmak için geç bir yaş. 17 yaşında gitseydim belki olabilirdi ama 28 yaşta artık her tarafı kendi ülkesiyle kemikleşmiş, alışkanlıkları, dünyaya bakışı, coğrafyası, tarihi kültürüyle artık olmuş bir insan oluyorsunuz. Başka bir ülkenin insanı olamazsınız. Yabancı olma duygusunu hiç sevmedim. Mecbursanız, sürgünseniz yapacak bir şey yoktur ama ben mecbur olmadığım bir durumda yabancı bir ülkede yaşamaktan hiç hoşlanmadım. Mesela babam doktor olduğu için ben 9 yaşındayken Amerika’ya gittik. Orada yaşamaya devam etseydik muhtemelen Amerikalı olurdum ama 28 yaşında olmuyor.
 
-Müzikle tanıştığınız yıllarda örnek aldığınız sanatçılar ya da gruplar var mıydı?
Benim için Beatles çok önemliydi.
 
-Türkiye’den?
Türkiye’den pek yoktu. Pek Türkçe sözlü pop müziği söyleyen de yoktu diyebilirim. İlk böyle şarkılar söyleyen 1960’ların başında Alpay’dır. O da başta İspanyolca söylüyordu sonra Türkçe’ye geçti. Hatta ilk kez Türkçe şarkılar söylediğinde dünya devrimi oluyor sandık (gülüyor). Ben de önce İngilizce şarkılar söyledim sonra kendi dilimde söylemeye başladım. O zaman da birine özenmekten çok kendimi bulmaya çalıştım.
 
‘DÜNYAYI ALGILAMA BİÇİMİM DEĞİŞMEDİ’
 
-40 yıla baktığımızda tarzınızı da pek değiştirmediniz…
Evet, tarzım pek değişmedi. Kendimi geliştirdim, müzikal anlamda da daha geniş bir yerde ifade etmeye çalıştım ama dünyayı algılama biçimimi değiştirmedim. O değişmediği için müziğim de zaman zaman farklı formlar denesem de özünde değişmedi. Aynı caddede aynı yöne doğru gidiyorum.
 
-Şarkılarınızla birçok insana dokunduğunuzu ama özellikle de üniversite gençliğine. Yani 1970’lerin gençliğine de 2010’ların gençliğine de ulaşabilmenin sırrı nedir?
Birincisi olduğun gibi olmak. İkincisi ciddi bir alt yapıya sahip olmak. Moda ve gelgitlerle insanı oyalama değil de, zaman ve mekân dışında daha az değişen özelliklerine seslenebilmek. Ciddi ve samimi olmaya bağlıyorum.
Ben bir şekilde kendi istediği şeyi çalarak ve bunda ısrar ederek Türkiye’de albüm yapmış ve bunda ısrar etmiş ender insanlardan biriyim. Ben neden hoşlanıyorsam onu yaptım ve bunda hep samimiydim. 1969’da yazılmış bir şarkı hala insanlara hitap ediyorsa kalıcı bir ögeyi yakalamışım demektir.
 
-Hâlâ üretiyorsunuz değil mi?
Artık daha fazla düşünerek, daha fazla otosansür uygulayarak, daha zor beğenerek, daha yazdığını beğenmeyip elli kere tekrar tekrar yazarak… Mesela “Sen” albümü böyle oldu. Ondan sonra da yeni bir şey yapmadım. Bir heyecan bekliyorum, o ne zaman gelir bilemem. Bir şarkı yazmak için dünyayı yoğurmayı istemek gerek. İsteğiniz azaldığı zaman yazamazsınız, hiçbir şey yapamazsınız. İnsan yaşlandıkça dünyayı kabullenmeye doğru gider. Ben de o haldeyim tabi ki. O yüzden kendimle çelişkiye düşmek ya da samimiyetsiz olmak istemiyorum.
 
‘KADIKÖYLÜLÜK DİYE BİR ŞEY VAR’
 
-Kadıköy’de her yıl bir konser veriyorsunuz. Seviyor musunuz Kadıköy’ü?
Elbette. İstanbul’da Kadıköylülük diye bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu İzmir’deki Karşıyakalılık gibi bir şey. Eski yıllardan beri Kadıköylü biriyim. Lise yıllarında yaşamadım Kadıköy’de ama 1978-1990 arası Kadıköy’de oturdum. Hatta Çekirdek Sanatevi’nde Fikret Kızılok’la birlikte çok güzel çalışmalarımız oldu. Çatalçeşme’deki o sanatevinden Erkan Oğur, Jak Esim gibi birçok sanatçı çıktı.
Karşı taraftan hoşlanmam açıkçası. Kadıköy’ün ağaçlıklı yerlerini çok severim, insanları daha medenidir. Karşı tarafın insanları daha entelektüel olabilir ama Kadıköy’ün insanları daha düzgündür. Kadıköylü olmayı severim.
 
-Kadıköy üzerine bir şarkı yazmayı düşünüyor musunuz?
(Gülüyor) Aslında bir şarkım var; Eylül Akşamı. Çok da sevilir.
 
Semra ÇELEBİ

ARŞİV