Oradaydım…

Canlı bombalar patlarken, silah sıkılırken, gaz bombaları atılırken, insanlar coplanırken… Can pazarı yaşanırken, çığlıklar yükselirken, tesadüfen sağ kalanlar yaralananlara nefes olmaya çalışırken...

16 Ekim 2015 - 10:24
Semra ÇELEBİ
Ben de oradaydım. Barış için ülkenin dört bir yanından Ankara’ya gelen onbinlerle beraberdim. “Biz aşağıda imzası bulunan gazeteci örgütleri ve gazeteciler meslektaşlarımızı 10 Ekim'de Ankara'da yapılacak mitinge çağırıyoruz. Mesleğimizin onuru için, halkın haber alma hakkı için tüm gazetecileri, baskıya ve sansüre karşı aynı pankart arkasında yürümeye çağırıyoruz.” diye biten bir metne canı gönülden imza atmış, o imzanın gereği olarak da Ankara’da bulunma gereği duymuştum. Bir gazeteci olarak ülke hızla bir kuyunun karanlığına doğru yuvarlanırken susup oturamazdım.

“BARIŞ” OTOBÜSLERİ YOLDA
9 Ekim Cuma akşamı, Kadıköy Eğitim-Sen önünden kalkan araçlardan birine bindim. Gazeteci arkadaşlarımla birlikte, çoğunluğu bizden çok genç olan bir otobüs insanla yola koyulduk. Biz bir otobüstük ama sırf Kadıköy’den kalkan onlarca otobüs vardı; KESK, DİSK, TMMOB, TTB’nin tuttuğu otobüslerin yanında Kadıköy ve Ataşehir Belediyeleri’nin araçları tıka basa doluydu. İstanbul’dan Ankara’ya “BARIŞ” sloganlarıyla yola çıkan 200 otobüs olduğu konuşuluyordu mola yerinde. Bütün otobüsler buluştuk, gecenin ayazını şarkılarla türkülerle halaylarla kırdık…
10 Ekim Cumartesi sabah 07.16. Ankara Garı önündeyim. Garın arkasından yükselen güneş Ankara’nın o kemik donduran soğuğunu eritirken, yüzü aydınlanan Ankara Tren Garı’nın fotoğrafını çekiyorum. 17 Aralık 1997’de henüz üniversite birinci sınıf öğrencisiyken, mecliste “parasız eğitim” pankartı açtıkları için tutuklanan arkadaşlarımıza destek eylemine giderken birlikte tekme tokat dövülerek gözaltına alındığımız dostuma bir mesajla fotoğrafı gönderiyorum: “Bak Ankara Garı bugün çok güzel…” Ardından bir mesaj daha atıyorum: “O yıl doğan çocuklarla birlikte eyleme gidiyorum; 97’li gençlerle birlikte…” Patlama anında ilk aklıma gelecek olanlar da yolculuk boyunca “Oooo siz baya yaşlanmışsınız” diye bizimle dalga geçen o gencecik yüzler olacak…
Bütün illerden otobüsler, barış yolcularını Gar’ın yakınına bırakıp gidiyor. Bir çorba içmek üzere ayrıldığımız Gar’a 09.00 civarı dönüyoruz. Kalabalık iyice artmış. Uzun zamandır görüşmeyen farklı illerden arkadaşlar, yoldaşlar, akrabalar sıkıca sarılıyor. Herkesin yüzünde kocaman bir gülümseme. Güneş iyice ısıtmaya başlıyor.
Tam Ankara Garı’nın kapısı önündeyiz. Saat 9 buçuğu bulmuş. HDP korteji her zamanki gibi çok hareketli; bir tarafta bembeyaz kıyafetleriyle barış anneleri, diğer yanda halay çeken gençler… Yanında ESP ve SGDF’liler. Suruç katliamından yaralı kurtulmuş gençler de orada. Suruç patlamasında boynuna birkaç bilye girmiş olan 17 yaşındaki Yağmur’la sıkıca sarılıyoruz. Hatay’dan abisiyle gelmiş. Patlama anında aklıma ilk düşenlerden biri de o. Yine mi?! 17 yaşında ve dört ayda yaşadığı ikinci büyük patlama… Akıl, yürek nasıl kaldırır?
Saat 09.34. Garın önünden bir fotoğraf çekip twitterda paylaşıyorum; altına not düşüyorum: “Ankara Garı’nın önünde kalabalık artıyor”
Saatler yürüyüşün başlamasının planlandığı 10.00’a yaklaşıyor. Gazeteci arkadaşlarımın bir kısmı ön tarafa haber yapmaya gitmiş. Ben hala Ankara Garı önündeyim. Biraz daha dolaşıyorum. EMEP’lileri SYKP’li gençleri görüyorum. Biraz ilerde CHP’li gençler… Herkes çok keyifli, güneş yüzlere vuruyor, birazdan yürüyüş başlayacak.
Ankara Garı çevresinde biraz daha dolaşıp gazetecilerin kortejini bulmak ve o büyük kalabalığı görmek üzere öne doğru ilerliyorum. Birleşik Taşımacılık İşçileri Sendikası (BTS) kortejinden eski bir arkadaşım arkadan koşup sarılıyor, hasret gideriyoruz. Farklı illerden pek çok demiryolu işçisi BTS pankartı arkasında toplanmış. Arkadaşım demiryolu çalışanı arkadaşlarıyla tanıştırıyor. Haydarpaşa Garı’ndan Gazete Kadıköy’den konuşuyoruz. Sonradan patlamada yaşamını yitiren 14 BTS’linin arasında o gün tanıştıklarım olduğunu görüyorum. Arkadaşımsa yaralı kurtuluyor.
Biraz daha ilerleyince Suruç’taki mülteci kamplarına birlikte gittiğimiz sosyolog bir arkadaşımla karşılaşıyorum. Kobaneli çocuklara oyuncak götürürken Suruç’ta katledilen gençleri, arkadaşlarımızı anıyoruz. Nasıl son anda ikimizin de gitmekten vazgeçtiğini, o patlamadan nasıl tesadüfen kurtulduğumuzu konuşuyoruz. Birkaç dakika sonra patlayacak iki büyük bombadan habersiz… Ona da sıkıca sarılıp birkaç adım daha atıyorum.

2 BÜYÜK PATLAMA
Kenarda bir tümseğin üzerine çıkıp Ankara Garı’na doğru bakıyorum. Kitle çok kalabalık. Hemen bir fotoğraf daha çekiyorum. Telefonumu çıkartıp bu fotoğrafı Twitter'dan paylaşacakken büyük bir patlama oluyor. Kendimi yere atarken telefonumun saatine bakıyorum, tam 10.04. Panikle twitleyeceğim kalabalık fotonun altına “Büyük bir patlama oldu” yazıp gönderiyorum. Birkaç saniye içinde ikinci büyük patlama oluyor. Garın önünde beyaz bir duman yükseliyor…
Patlamaların hemen ardından birkaç el silah sesi geliyor. İlk panik ve kaçma refleksinin ardından insanları durdurmaya çalışırken buluyorum kendimi: “Durun birbirimizi ezmemizi istiyorlar, panik istiyorlar!” diye bağırıyorum. Neyse ki çoğunluk duruyor, durumu anlamaya çalışıyoruz. Gara doğru yürümeye başlıyorum. Arkadaşlarımı, dostlarımı merak ediyorum. İlerledikçe yerde yatan hafif yaralıların yerini inleyen ya da kendini kaybetmiş ağır yaralılara bırakıyor. Katliamın olduğu yere yaklaşamadan, görenler bizi geriye gönderiyor. Bu sırada gelen sadece iki ambulans…

YARALILARA BİBER GAZI
Daha katliamın şokunu atlatamadan ve yaralılara yardım etmeye çalışırken alana çevik kuvvet polisi ve TOMA geliyor. Dehşet anını yaşayanlar polislere “şimdiye kadar neredeydiniz?” diye tepki gösterirken; onlar ardlarına gaz bombaları bırakarak ilerliyor. Zaten nefes almakta zorlanan yaralılar bir de gaz bombasıyla cebelleşiyor. Tabi onlara yardım etmeye çalışan bizler de…
Sonrası mı? Sonrası tam bir cehennem… Cennet vaadiyle kendini patlatan iki canavarın arkasında bıraktığı cehennem… Tek isteği, Haziran’dan beri savaşa sürüklenmiş ülkelerinde barış isteyenlerin içine gömüldüğü bir cehennem… “Bu meydan kanlı meydan” diye on yıllardır dillerden düşmeyen bir marşla halay çekenlere yaşatılan bir cehennem…
Ambulanslar yarım saat sonra gelmeye başlıyor. Önce durumu ağır olan yaralılar taşınıyor hastanelere… Dehşet anında gaz bombası ve tomasıyla meydanda beliren devlet, hastanelerde yok, kan merkezlerinde yok, kriz merkezinde yok, adli tıp merkezinde yok…
Herkes yakınlarına ulaşmaya çalışıyor. İstanbul’dan çok yakın bir arkadaşım arıyor: “Ablam kayıp” Sözün bittiği nokta. Bütün gün yaşadıklarımızdan biliyoruz ki; eğer biri kayıpsa büyük ihtimalle ölmüş demektir…
Arkadaşıma “Hemen Ankara’ya gel” diyorum. Uzun zamandır buluşma planları yaptığımız ama bir türlü işlerin fırsat vermediği arkadaşımla Keçiören Adli Tıp Merkezi’nin önünde buluşuyoruz. Arkadaşımın ablasının hayatını kaybettiğini orada öğreniyoruz. O dehşet 10 Ekim 2015 Pazar günü, Adli Tıp’tan aldığımız cenazemizle, sona eriyor. Gün sona eriyor ama acı bitmiyor…
Barış diye haykıran, tek isteği eşit, özgür, adil bir ülke olan insanlar katledildi bu ülkede. Ülkenin orta yerinde… Ülkenin dört bir yanına cenazeler giderken, o güzel insanların o güzel ailelerinin sesleri hala kulaklarımızda:
“İnadına BARIŞ”
Oradaydım, gördüm, tanığım; Katili tanıyorum, katili tanıyoruz…
Yine de dilimizden o mısralar hiç düşmüyor:
Çünkü umutsuzluk yasak
yılgın türküler söylemek de
söyleniyor umudun şarkısı
umutsuzluğu kurşuna dizerek
ve doludizgin geçerek
her acıyı bir sevinçle
yolu yok kalbim yolu yok
sağ çıkacağız bu acılardan…
(Metin Demirtaş)

ARŞİV