"Sözleşmeyi tartışmak, şiddete kapı aralamak demek”

Dokuz yıl önce imzalanan ve kadınları şiddete karşı koruyucu özelliğiyle bir ilk olan İstanbul Sözleşmesi yeniden tartışmaya açıldı. Avukat Ceren Uysal, “İstanbul Sözleşmesi’nin salt tartışmaya açılması dahi öncelikle Türkiye’de geniş bir kesim için bir yaşam ve güvenlik hakkı riski doğuruyor” diyor

17 Temmuz 2020 - 13:01

Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi (kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi), 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açıldı ve 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girdi. Özel olarak kadınlara yönelik şiddet ve ev içi şiddeti hedef alan ilk Avrupa sözleşmesi olma niteliğini taşıyan sözleşme, bugüne kadar Türkiye dahil 20 ülke tarafından onaylandı. Sözleşme’yi imzaya açıldığı 11 Mayıs 2011 tarihinde imzalayan Türkiye, 14 Mart 2012 tarihinde ise onayladı.

Ancak bununla birlikte özellikle geçen sene olmak üzere, sözleşme birçok kez tartışma konusu oldu. AKP Grup Başkanvekili Numan Kurtulmuş, geçen hafta “Nasıl usulünü yerine getirerek imzalanmışsa usulünü yerine getirerek çıkılır” demiş ve sözleşme yeniden tartışma konusu olmuştu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Kurtulmuş’un açıklamalarının ardından “Çalışıp, gözden geçirin. Halk istiyorsa kaldırın. Halkın talebi kaldırılması yönündeyse, buna göre bir karar verilsin. Halk ne derse o olur.” dedi.

“BİR KESİM KORUNMASIZ BIRAKILIYOR”

Hem İstanbul Sözleşmesi’nin önemini Avukat Ceren Uysal gazetemize değerlendirdi. “İstanbul Sözleşmesi karşısındaki söylemler yeni değil. Hatırlanacak olursa bu tartışma 2019’da da gündemdeydi. Bunu asla bugünkü tartışmayı önemsizleştirmek için söylemiyorum. Ancak aksine siyasal iktidarın söylem ve hedefinin bir sürekliliği olduğuna dikkat çekmek istiyorum” diyen Uysal, sözleşmenin içeriğini şu şekilde açıklıyor: “İstanbul Sözleşmesi’nin dün de bugün de salt tartışmaya açılması dahi öncelikle Türkiye’de geniş bir kesim için bir yaşam ve güvenlik hakkı riski doğuruyor. Bilindiği üzere bu sözleşme, koruma ve önleme mekanizmalarının inşası olan bir hukuk metnidir. İçerdiği tanımlar itibariyle kapsayıcı, kesişimsel ve ayrımcılığın her türlüsünün karşısında pozisyon alır. Bu nedenlerle bu sözleşmeyi tartışmak demek, bazı şiddet türleri karşısında bir kesimin korunmasız bırakılmasına kapı aralamak demektir.”

Uysal, Kurtulmuş ve Erdoğan’ın açıklamalarını ise şöyle değerlendirdi: “Özellikle iki noktanın önemli olduğu kanısındayım. Birincisi sözleşmeye karşıtlığın gerekçelendirildiği bağlam. Sürekli olarak sözleşmenin geleneksel aile yapısı ile örtüşmediği tarifi yapılıyor. Türkiye gibi geleneksel aile yapısının esasta şiddet üretim merkezi olarak çalıştığı coğrafyalarda bu özellikle bilinçli ve tehlikeli bir yere işaret ediyor. Aynı şekilde Diyanet’in son açıklamalarından da güç alarak toplumsal cinsiyet ve cinsiyet yönelimi ifadeleri nedeniyle toplum değerleri ile sözleşmenin örtüşmediği belirtiliyor. İkinci dikkat etmemiz gereken nokta ise hem Numan Kurtulmuş hem de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarında vurgulanan ‘halk isterse’ vurgusu. Öncelikle belirtmek gereken nokta şu; normlar belirlenirken salt kriter hiçbir zaman çoğunluk değildir. Aksine bir normu, demokratik ve kapsayıcı yapan azınlıkların haklarını veya dezavantajlı kesimlerini varlığını ne ölçüde koruduğu belirler.”

1 YILDA 28 BİN 360 ÇOCUK İSTİSMARI DAVASI!

Yargıda kadına şiddet ve cinayetler konusunda verilen kararlara da değinen Uysal, “Türkiye’de birbirini besleyen iki sorun yaşıyoruz. Biri, en basit ifade ile eril yargı gerçeği. Bunun için hükümlere bakmaya başlamadan, mahkeme salonlarında mağdurlara yöneltilen sorulara bakmak bile bir fikir verecektir. Eril yargı derken esasında faili aklamak ve korumak için her türlü önlemi refleks olarak geliştiren yargı düzeninden bahsediyorum. Sadece 2019’da açılan çocuk istismarı davalarının sayısı, Adalet Bakanlığı verilerine göre 28 bin 360 ve bu davaların 6 bin 420’si şimdiden beraatle sonuçlanmış. Çocuk istismarında erişilen bu yüksek dava sayısı dahi, şiddet ve istismar üretim mekanizmasının karşısına dikilmemizi gerektiriyor. İstanbul Sözleşmesi aynı zamanda Türkiye’deki bu eril yargı pratiğine karşı mücadelenin de bir aracıdır.” dedi.

“Bakanlık verilerine göre Türkiye’de toplam 3 bin 454 kapasiteli 145 sığınma evi var” diyen Uysal, “2019 yılında ise 474 kadın cinayeti işlendi. Bu anlamda sığınma evlerinin öncelikle kapasite olarak yeterli olmadığı açık. Ancak sorun sadece kapasite değil. Birkaç örnek dışarıda bırakılırsa birçok kadının sığınma evlerindeki yaşam şartlarının iç açıcı olmadığı biliniyor. Katı izin prosedürleri, yeterli güçlendirici mekanizmalardan yoksunluk bir sürü başlık sayılabilir.” diye konuştu. 

“HUKUKSAL DEĞİL POLİTİK”

Uysal, en büyük sorunun hukuksal değil politik olduğunu da söylüyor: “Yüzünde morlukla Emniyet’e veya savcılığa başvuran, elinde sağlık raporu olan birçok kadın bu makamlardan telkinlerle geri çevrilebiliyor. Onlarca örnek var. Bununla birlikte somut delil talebi de önemli bir sorun, zira bugün hala kadının beyanı ile bir soruşturmanın başlatılabilmesinin mücadelesi veriliyor Türkiye’de. Hala bu tür suçların standart suçlar gibi delillerle ispatlanamayacağını anlatmaya uğraşıyoruz. En büyük sorun diye sorulduğunda yanıtı hukuksal olarak değil politik bir zeminden vermeyi daha doğru buluyorum.”

“İstanbul Sözleşmesi’nin sıraladığı yükümlülüklerin tamamı devletlere yönelik” diyen Uysal son olarak yapılması gerekenleri şöyle sıralıyor: “İlk yapılması gereken iç hukukun bu sözleşmeye göre düzenlenmesi. Yükümlülüklere örnek olarak, toplumsal cinsiyete duyarlı politikaların kapsayıcı ve eşgüdümlü şekilde uyarlanması, gereken mali kaynakların ayrılması, şiddetin önlenmesine yönelik bir zihniyet değişikliğinin sağlanması, yapılması gerekenler arasında.” 


ARŞİV