Bir süredir uluslararası bir barış örgütünün konferansında Türkiye’yi temsilen bulunuyorum. Cumartesi konferans son buldu ve biraz kendimize zaman ayırabileceğimiz aralık ortaya çıktı.
Bir süredir uluslararası bir barış örgütünün konferansında Türkiye’yi temsilen bulunuyorum. Cumartesi konferans son buldu ve biraz kendimize zaman ayırabileceğimiz aralık ortaya çıktı. Bugün 3 Japon, 2 Fransız, 3 Polonyalı ve bir de ben iki araçla bölgeye ufak bir gezi yaptık. Polonya’nın Zyrardow kenti yakınlarında bir öğlenden sonra turu. İlerisi sanki fıkra gibi geliyor belki size ama, baştan söylemek yerinde olur, değil…
Bugünün farklı bir gün olacağı belliydi lakin, beni bu kadar şaşırtacağını beklemiyordum. İlk farklılık, yolumuzun üstünde birçok mezarlık olmasından kaynaklandı. Merak ettim ve bu mezarların aşırıya kaçan ihtişamının nedenini sordum. Polonyalı arkadaşım şunu söyledi: “Biz 3-4 haftada bir mezarları ziyaret ederiz. Yeni çiçekler koymak ve mezara özenli bakmak bizler için çok önemlidir. Sıklıkla mezarlıkları ziyaretçilerle ve çiçeklerle dolu görmen bundan. Sadece taze çiçek değil, mumlar ve uzun süre dayanan yapma çiçekleri de mezarlıklara koyuyoruz. Ancak bazı mezarlar öyle çok ziyaretçi almıyor. Bir tanesine şimdi uğrayalım hikâyesini anlatayım.”
Bir 20 dakika sonra gerçekten eski bir mezarlığa geldik. Burada her şey bir hizadaydı. Bazı yerlerde tarihler yazıyordu. Arkadaşımız hepimize anlatınca durumu öğrendik. I. Dünya Savaşı sırasında Almanlar bir tür gaz geliştiriyorlar. Bu gazı, yerden belli bir yükseklikte bulunan tüplerden salıyorlar. Rüzgârın yönünü de kontrol ederek yapılan bu silah, gittiği bölgedeki canlıların ölümüne neden oluyor. Çok ciddi ve uzun süre etkili bu gazdan ölenlerin mezarıydı gittiğimiz yer. Oldukça sessiz ve kendi halinde 90 yıllık bir Polonya Mezarlığı’ydı. Bazı yazılar okunmuyor ama hâlâ o dönemin acısı hissediliyordu. İşin ilginç yanı bu mezarı Polonyalılar, Fransızlar, Japonlar ve bir tek Türk olarak benim aynı anda ziyaretimizdi. Herkesin çerçevesinden durum bambaşkaydı…
Yolumuzu oradan ayırdıktan sonra, ağaçların arasında bir başka yere doğru ilerledik. Yakınına geldiğimizde burasının da bir mezarlık olduğunu gördük. Burada da Alman Askerleri Mezarlığı vardı. Bazılarının isimleri biliniyor, bazılarının bilinmiyordu. Bu bölgede çok yoğun savaşın olduğunu anlattı arkadaşımız ve bir olayı da paylaştı. Gaz bombasının kullanıldığı dönemlerden birinde, Almanlar gazı serbest bıraktıktan kısa bir süre sonra rüzgâr yön değiştirerek Almanların üzerine gelmiş. Sadece askerler değil 8.000’e yakın halktan da kişi bu esnada gazdan etkilenip ölmüş. Yüksek basınç ve alçak basınç dengesizliği nedeniyle bu zehirli gaz uzun süre etki etmiş. Gazın kullanıldığı tüplerden bir tanesi bugün kentin merkezinde alarm çanı olarak duruyor. Bir ibret simgesi sade ve geçmişle bağlı. Birkaçımız çandan ses çıkarttık. Yakın olmak mı, uzak olmak mı iyi tam bilemedik herkesde garip bir durgunluk ve şaşkınlık yaşandı…
Ormandan ayrıldık, yolumuzu şehre doğru çevireceğimizi düşünürken bambaşka bir noktayı ziyaret için durduk. Böylesi kanlı bir sürecin ardından bir evrensel müzisyenin evinin önündeydik: Frederic Chopin…
Klasik müziğin önemli isimlerinden olan Chopin’in doğduğu ev bir müze olmuştu. Aslında sanatçıların yaşadıkları yerlerin müze olması çok alışılageldik bir durum, lakin Chopin Müzesi biraz daha farklı bir özelliğe sahip. Burada canlı performanslar ve sergilerin yapılmasına imkan veren bir yapı var. Biz gittiğimizde Varşova’da müzik üzerine çalışmalarıyla profesör olmuş bir öğretim görevlisi bayan, Chopin’in evindeki piyanodan onun parçalarını çalarak 1 saatlik bir konser verdi. Tüm ziyaretçiler de bu konsere katıldılar. Oturma düzeni, atmosfer ve evrensel etkisi her yönüyle ziyaretçilere yansıyordu. Müzenin kısa hikâyesini de paylaşmak istiyorum, zira bir yönüyle Türkiye ile eşlenik başlığa sahip. Chopin, adına bir Enstitü 1934 yılında kuruluyor. Bu enstitü Chopin’e ait birçok eşyayı ve eseri de biraraya getiriyor. II. Dünya Savaşı’ndan önce koleksiyon 5.000 parçaya çıkıyor. 1953 yılında Chopin Müzesi, doğduğu ve bir süre yaşadığı evde Frederic Chopin Topluluğu tarafından açılıyor. 1955 yılında da sergiler burada aktif hale geliyor. Müze birçok araştırmayı da kurulduğu günden bu yana sürdürmeye devam ediyor. Eserlerin bir çoğu 1999 yılından beri de UNESCO tarafından “Memory of World Register” yani “Dünya Belleği Kayıtları” listesine alınmış. Ülkemizde sadece 3 başlık; İbni Sina’nın çalışmaları, Boğazköy’deki Hitit Tabletleri ve Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü Kayıtları bu kapsamda bulunuyor.
Sosyal etki diye bazen çok uzaklara gitmeye gerek yok, yaşamınızı, paylaşılanları ve gördüklerinizi anlayabilmeniz de bir sosyal etki…
Zor ve özel bir gün geçirdik ama hepimiz eve dönünce bir başka dünyanın insanları gibiydik…
www.chopin.museum/en