Salgın hastalıklar, ekonomik krizler, savaşlar ve göçler tüm dünya gibi Türkiye’yi de kasıp kavuruyor. Depresyonda Avrupa birincisi olduğumuz şu günlerde Medicalpark Göztepe Hastanesi Psikiyatri Uzmanı Dr. Turna Bengü Coşkun’un kapısını çaldık ve toplum olarak düştüğümüz derin kuyu “depresyon”u daha yakından tanımak istedik. Coşkun, depresyonu “teşhisi kolay ama içinde yaşaması zor bir hastalık” olarak tanımlıyor. Son zamanlarda, pandemi ve ekonomik çöküşten dolayı yaşanan sıkıntılarla başvuran sayısında artış olduğuna dikkat çeken Coşkun, ilaç tedavisi konusunda ise “Antidepresanlar alışkanlık ya da bağımlılık yapmaz.” diyor.
Benim depresyonu en sık hangi klinik tabloda gördüğümü soruyorsanız, bir umutsuzluk yaşantısı olarak tanımlayabilirim. Bilimsel tanımlamasına göre ise depresyon bir duygudurum bozukluğudur. Tanı koyarken temelde bulunması gereken çekirdek belirtiler ve değişen sıklıkla eşlik eden belirtilerin kişinin yaşamını etkilediği bir sendromdur. Çökkün duygulanım, daha önce sürdürebildiği etkinliklere karşı ilgi ve zevkin azalması ve enerji azlığı çekirdek belirtiler olarak bilinir, kişinin depresyon tanısı alması için bu belirtiler mutlaka olmalıdır. Bunun yanında iştahsızlık, karamsarlık, konsantrasyon güçlüğü, uyku düzeninde bozulma, özkıyım düşünceleri gibi belirtiler olabilir.
Depresyon bazen tetikleyici bir yaşam olayının ardından gelişebilirken bazen de hiç bir tetikleyici olmadan endojen biçimde ortaya çıkabilir.
Teşhisi kolay, içinde yaşaması güç bir hastalıktır. Kişinin verdiği hastalık öyküsü ve beraberinde yapılabilen bazı ölçekler yardımıyla kolayca teşhis ediebilir. Çeşitli türleri vardır ama kabaca depresyon denildiğinde ve alt tipi belirtilmediğinde kastedilen zaten major depresyondur. Bipolar bozukluğun içinde depresif epizodlarında görülen bipolar depresyon, tipik olmayan klinik belirtilerle seyreden atipik depresyon, iki yıldan uzun süre major depresyon belirtilerinin devam etmesiyle tanınan kronisite kazanmış depresyon gibi başka türleri de vardır.
“ÖNCE PSİKİYATRİSTE GİTMEK LAZIM”
Depresif belirtiler kişinin günlük yaşamını büyük ölçüde etkilemeye başladığında, işlevsellikte kayıplar olduğunda ya da kişinin özkıyımla ilgili düşüncelerinin varlığında klinisyene başvurması gerekir.
Aslında klinisyene (psikiyatriste) gitmek gerekir. Psikiyatristler hastalık tanısı koyma ve farmakoterapiyi yönetme ehliyeti olan, bu konuda gerekli eğitimi almış kişilerdir. Depresif belirtileri olan bireylerin bir psikologdan yardım almayı tercih etmeleri durumunda danışmanın “klinik psikolog” olmasına dikkat etmeleri gerekir.
Depresyon tanısı alındığı aşamada farmakoterapiye başlanabilir. Burada depresyonun şiddeti de önemlidir. Hafif-orta düzeyde depresyon bulunduğunda bilişsel davranışçı terapi gibi etkin bulunmuş terapi yöntemleri de farmakoterapi olmaksızın iyileşme sağlayabilirler. Orta ve ağır depresyonda ilaç tedavisi gerekli olacaktır. Tedavide ana ilaç grubu antidepresanlar olmakla birlikte güçlendirme tedavisinde gerektiğinde kullanılan başka gruptan ilaçlar da kullanılabilir.
“ANTİDEPRESAN BAĞIMLILIK YAPMAZ”
İlaçlar hastalık tanısı konulduğunda mevcut sorunu iyileştiren, bireylerin yaşamlarını daha kaliteli hale getiren araçlar. Son dönemlerde yapılan araştırmalar, depresif bozuklukların çok ciddi bilişsel bozulmalara neden olan durumlar olduğunu ortaya koymuştur. Depresyon, hipertansiyon, diyabetes mellitus (şeker hastalığı) ve kalp hastalıklarından sonra en fazla sosyal ve bedensel yeti yitimine neden olan hastalıktır. Bilimsel açıdan bakıldığında aslında insan beynini hastalık mı uyuşturur yoksa antidepresanlar mı sorusunun cevabı “depresyon” olacaktır. Antidepresanlar alışkanlık ya da bağımlılık yapmazlar. Kronisite kazanmış, depresyon ya da distimik bozukluk gibi durumlarda uzun süre ilaç kullanımı gerekebilir ama bunun dışında klinik iyileşme sağladıktan sonra 6 ay -1 yıl içinde tedavi sonlandırılır. Önyargılar bilimsel temellere dayanmayan ve genellikle yanlış sonuca vardıran düşünce kalıplarından oluştukları için tüm bu varsayımlar aslında “yanlışlar”.
Bu psikiyatrik hastalığın adının ne olduğuna göre çok değişir. Psikiotik hastalıklarda ya da bipolar bozuklukta kişinin kendine ya da çevresine zarar vermesi sonucu olabilir. Depresyon ya da kaygı bozukluğu gibi durumlarda kişilerin çeşitli yetilerini zamanla yitirmeleri ile bazen de özkıyım girişimi ile sonuçlanabilir. Yani kabaca böyle bir hikayede bizim ve çevremizdeki bireylerin yaşam kalitesi düşer.
“BİREYLERİN ÖNCELİKLERİ DEĞİŞİYOR”
Bu soru toplum bilimleri konusunda çalışanların alanına giriyor ama bu durumlarda toplumdaki bireylerin davranış kalıpları değişiyor mu derseniz tabii ki bireylerin öncelikleri değişiyor. Bireylerin günlük yaşamlarında verdikleri sıradan kararlarda bile kullandıkları standartlar değiştiğinde karar verme daha yorucu bir süreç haline dönüşüyor. Salgın hastalık sırasında kısıtlamalar ve hastalık bulaşma korkusunun getirdiği kaygılı-depresif durumlar yanında günlük sıradan yaşamın baştan sona değişimini deneyimlemiş olduk. Bireyler üzerinde karar verme yorgunluğu ve alışık olduğu yaşamı kaybetmenin getidiği yas yaşantısı da etkili olmaya başladı. Sanırım ekonomik krizler de öncelik sıralaması, alşıveriş alışkanlıkları gibi sıradan yaşamın çeşitli birimlerini değiştirerek bireylere yük olarak geri dönüyor. Bireylerin daha tedirgin olduğu toplumların da hayatta kalma ve yaşama devam etme reflekslerinin değişmesi sanırım kaçınılmaz olur.
Toplumların tedavisini bilmiyorum ama bireylerin tedavi yöntemlerinden bazı çıkarımlarda bulunabilirim. Stresli yaşam olaylarının tetiklediği depresyonlarda ilk yapılması gereken mevcut durumu ortadan kaldırmak, ortadan kaldırılamadığında kişilerin psikolojik dayanıklılıklarında ya da stres kaynağında yapılacak değişimlerle onu daha katlanılabilir hale getirmektir. Bireylerin temel ihtiyaçlarının karşılandığı, kişilerin kendi gereksinim ve yeterliliklerini tanıdığı, stres kaynağı olan kişi ya da durumlara gerektiğinde sınırlar çizebildiği, istemediği durumlara sesini çıkarabildiği ve muhatabı tarafından dikkate alındığını bildiği durumlarda depresyon daha kolay yönetilebilir bir sendrom olacaktır.
“DEHŞETE KAPILIYORUM”
Açıkcası antidepresan kullanımının yıllara göre değişimyle ilgili güncel TÜİK verilerini bilmiyorum. Sanırım belirsizliklerin fazlaca olduğu dönemlerden geçtiğimiz için olsa gerek kaygılı ve depresif bozuklukların sıklığında artış gözlemliyorum.
Bu öyküler gelen kişilerin hikayelerinde o kadar sık yer kaplamaya başladılar ki ben de bu sorunlara tanıklık etmenin ve kişisel dünyamda da bizzat yaşamanın sıradanlaştığını görüp kendi adıma dehşete kapılıyorum.
İntiharları önlemek ancak bu soruna bütüncül yaklaşabilen politikaların yaşama geçirilmesiyle mümkün olabilir. Psikiyatrik sorun yaşayan kişilerin yakınlarına sorunu küçümsemeden profesyonel yardım alması konusunda kişileri teşvik etmelerini öneririm. Kendine zarar verme düşüncesiyle mücadele ancak profesyonellerce yapılması gereken karmaşık bir olgudur.
“PAYLAŞMAMAK YOK SAYMAK OLMAMALI”
Tarikat yurdunda kalan ve bu yurtta yaşadığı sıkıntıları anlattığı bir video çektikten sonra yaşamına son veren üniversite öğrencisi Enes Kara’nın intiharı bu haftaya damga vuran gündemlerden oldu. Sosyal medyayı ikiye bölense, ardında bıraktığı videonun paylaşılıp paylaşılmaması oldu. Bu durumu da uzmanına sorduk. Dr. Coşkun’un cevabı şöyle:
“Enes’in özkıyımı içimizi parçalıyor gerçekten. Sosyal medyada paylaşılmamalı diye düşünüyorum ama bu olay akademik platformlarda tartışılmalı, gündemden düşürülmemeli. Ülkemiz gençlerini bu kadar derin umutsuzluğa düşüren sorunların başlıkları tek tek tartışılıp çözüm önerileri sunulmalı. Paylaşmamak yok saymak olmamalı.”