‘Toprak'a bir ağıt…

Son romanı ‘’Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları: Toprak’’ı yayımlayan Modalı yazar Buket Uzuner, ‘’Ben önce kendime şifa olacak romanlar yazmaya çalışıyorum’’ diyor

12 Haziran 2015 - 09:54

GÖKÇE UYGUN

Edebiyat dünyasının en üretken yazarlarından biri o. Yazarlığa başladığında beri arada geçen  29 yılda farklı türlerde 21 kitaba imza attı. Şimdi de son romanı Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları: Toprak ile okurlarının karşısında. Buket Uzuner’le romanı ve semti Moda’yı konuştuk.

Toprak, serinin 2. kitabı.  Öncelikle şunu sormak istiyorum seri kitap yazmak nasıl bir şey? Bir sonraki kitabı yazacağınıza dair okurlarınıza bir taahhüt vermiş oluyorsunuz. Bunun baskısını hissediyor musunuz üzerinizde?

İlk defa bir dörtleme yazıyorum ve hala aklıma geldikçe endişeden titriyorum. Bir “Tabiat Dörtlemesi” yazmaya heves ettiğimde paganlığın dört elementini ele almaya karar vermiş, dört romanın ana hatlarını kurmuştum. Ancak bu demek değil ki, şimdiden her şeyi biliyorum. Hayır, yazarken yepyeni ara yollara saparak kaybolup, aylarca süründüğüm, ya da yolda muhteşem bir karaktere rastlayarak onunla bambaşka yerlere gittiğim oluyor. Aksi halde yazmak benim için bir serüven olmazdı. Şunu çok samimi olarak söylerim: ben önce kendime şifa olacak ve okumayı seveceğim romanlar yazmaya çalışan bir yazarım. SU'yun beklediğimden daha fazla kabul görmesi elbette teşvik edici oldu, sonuçta 2007'lerde o sırada edebiyatın pek gündeminde olmayan çevre sorunları, Anadolu efsaneleri, kadim Kamanlık geleneği ve Kutadgu Bilig'i şifreler kitabı olarak kullanan bir dörtleme yazmaya kalktım. Açıkçası başarabilir miyim, diye ürktüm ama sanırım için için bir dizi roman yazmayı hep istemiştim? Sonra korkumu yenmek için asıl meselemi anlatmaya yarayacak konuların uzmanlarına danışmaya, araştırmaya ve okumaya başladım. Evet, biraz riskli bir girişimdi ve hâlâ öyle. Umarım sonunda mahcup olmam...

Son romanınızın ana meselelerinden biri ‘’toprak etiği ve hakkı. Bu kavramı biraz açar mısınız?

 Toprağın bir mülk gibi alıp satılan, fethedilen, kaybedilen, betonla boğulan, maden ve petrol için dövülüp, bağrı deşilen bir ‘MAL’ olmadığını hatırlatmak zorunda hissettim kendimi. Biz insanlara ve yeryüzündeki tüm canlılara hayat veren toprağa karşı borcumuzu,  bir toprak ahlâkı-etiği olduğunu yüzlerimiz vurmak istedim. Hepimizin mâlumu; artık dünyanın en önemli sorunlarından biri maalesef çevre ve iklim konusu. Tarım, tohum ve gıda kadar, artan seller, kuraklık ve kıtlık sorununa edebiyatta yer vermezsek, hayat derdine düşmüş insanları bu konularda nasıl sarsacağız? Sarsmayı, hatırlatmak, unutturmamak anlamında kullanıyorum, çünkü biz insanlar, bir hikâyenin içindeki ‘kıssadan hisse’yi, diğer bütün anlatılardan, derslerden daha iyi kavrıyoruz. Çünkü biz insanlar, -şimdilik bilebildiğimiz kadarıyla- yeryüzünde hikâye etmeyi ve dinlemeyi seven tek canlıyız. Ben de bir TOPRAK MANİFESTOSU yazmaya çalıştım ve şöyle dedim:  “Başlangıçta Toprak vardı. Toprak ki; ondan geldik, ona gideriz; milyonlarca yıldır borcunu ödemeyen kiracısıyız. Toprak ki;  Anadır. Doğumdur. Toprak ki; Rahimdir, SU ’yun da yatağı, yuvası, anası. Yerdir. Yeryüzüdür. Temel ve zemindir. Toprak ki; Tohumdur, Bereket ve bolluk, esirgeyen ve koruyandır. Toprak ki; yaşamdır, candır.

Romanı ‘Anadolu’daki çiftçi kadınlar’a adıyorsunuz. Nedir o kadınların sizin/bizim/toplum için önemi, değeri?

Evet, Toprak’ı “Tabiata zararlı projelerin önüne göğsünü siper ederek dikilen, asırlık yerel tohumları çeyiz sandığında en değerli mücevher olarak saklamayı akıl etmiş, her biri Toprak’ın kızı ve aslen Tabiat Ana Umay’ın torunu olan Anadolulu çiftçi-köylü kadınlara” adadım. Çünkü Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz coğrafyasında başka hiçbir kültürde Anadolu’daki gibi suyunu ve toprağını, ağacı ve tohumunu koruyan başka çiftçi-köylü kadın kültürü olmadığını gördüm. Araştırıp, bilgilendikçe bizim her etnik ve dini kökenden Anadolulu köylü-çiftçi kadınlarımızın içinde hâlâ yaşayan güçlü ruhunu Anadolu kültürlerine derinden etkilemiş olan ‘Tabiat Tanrıçası Umay’a bağladım. Tamamen kişisel. Çünkü kültürel aidiyet böyle bir şey, efsane, masal ve ritüel-âdetlerle beslenip, devamlılık gösteriyor. O kadınlar ki, Anadolu’nun asırlık özgün (endemik) tohumlarını çeyiz sandıklarında saklayan aklın sahibidir! Atatürk’ün “Köylü milletin efendisidir!” sözünün özünde tarımın önemini vurguladığını ben geç kavradım. Orada bahsettiği köylülük-kentlilik, modernite falan değil, tarım ve topraktan bahsediliyor.  Umarım daha geç olmadan milletçe tarımın önemini yeniden kavrarız.

Kahramanınız Defne Kaman bir kadın gazeteci ve her macerada kayboluyor. “Kadın kahramanın kaybolması” metaforuyla okura ne diyorsunuz?

Defne Kaman vicdanını kaybetmemiş bir gazeteci, araştırmacı bir muhabir. Araştırdığı konular kadar, onun ortadan ‘kaybolması’ romanların ortak ‘macera damarı’ olsun istedim. Kaybolmak, sadece fiziksel bir olgu değil, aslında çoğumuzun ruhen zaman zaman yaşadığımız bir duygu… Kaybolmayı, Türk Mitolojisi’ndeki ‘don değiştirme’ yani metamorfoz için elverişli bir kurgu oyunu olarak kullanıyorum. Bize Latin Amerika Edebiyatı’ndan dünyaya yayıldığı söylenen, özellikle büyük yazar Gabriel Garcia Marquez’in adıyla anılan  ‘büyülü gerçekçilik’ edebi akımının aslında, bizim kendi masal ve efsanelerimizin de özünde yattığını hatırlatmak arzusundayım Öte yandan, ‘macera’, tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi Türk ve Dünya Edebiyatı’nda da daima erkek kahramanlara nasip olan(!) bir mutluluk. Ben, çocukluğumdan beri özellikle adı-soyadıyla anılan ve mesleği olan bir kadın kahramanın maceralarını okumak istedim, bulamayınca biraz da mecburen kendim yazmak zorunda kaldım.

Su- toprak- hava- ateş dörtlemenizi yazmaya başlarken nasıl yola çıkmıştınız? Başta belirlediğiniz izleği takip ediyor musunuz? Kamanlık geleneğinden nasıl yararlanıyorsunuz?

Bundan sekiz yıl kadar önce, bizim son elli yıldır Türkiye’de büyük bir arsızlık ve açgözlülükle giriştiğimiz tabiat kıyımı ve sonuçlarına bakıp üzülürken, bu konuları mesele edinen roman yazmaya karar verdim. Tabii önce araştırmaya, okumaya başladım. Araştırmalarım Osmanlı, Selçuklu derken beni Güney Sibirya’ya, eski Türkler’in kadim Kamanlık geleneğine kadar götürdü. Bir ağacı kesmeden önce ona sarılıp özür dileyen, bir geyiği öldürmeden önce daha fazlasını öldürmeyeceğine yemin eden vicdanlı, ihtiyacından fazlasını tüketmeyen insanların Kamlık, yani Şamanlık geleneğine ulaştım. Kamanlık benim için, derin tabiat sevgisi ve saygısı kadar tüm canları eşit gören Sufi geleneğimizin de kökünde yatan özdür. Mütevazılık, tok gözlülük, haddini bilmek ve dayanışma ruhudur. Bugün doğal kaynakları yok eden, iklim değişikliği ve yapay gıdalarla bozduğumuz dünya ve canlı sağlığı konularına edebiyatta dikkat çekmek istiyorum.

Toprak romanının mekânı Çorum. Araştırmalarınız esnasında Çorum’a gittiniz mi?

 Bence her romanın asıl karakteri onun mekânıdır. ‘Suç ve Ceza’yı Petersburg yerine Paris’e, ‘İnce Memed’i Toroslar yerine Alp Dağları’na taşıdığınızda ortaya çıkacak bambaşka romanlar okursunuz. TOPRAK’ın başkarakteri olarak Çorum’u seçmeme, Anadolu tarihini dolayısıyla eski Yunan, Latin, Akdeniz uygarlıklarını derinden etkilemiş Hititler’in başkenti olması en önemli müsebbibidir. Toprak, zaten tohum, gıda, tarım, yuva, yurt, ev, ana rahmi ve gelecek demek. Bütün bunların bizim için tek adresi ve adı var o da: bence Anadolu! Son üç yıldır Hitit kültürünü ve onun en büyük mirasçı Çorum’u tanımak için sık sık ziyaret ettiğim Kızılırmak havzasının kültürel zenginliği, çok lezzetli yerel yemekleri ve toprakla ilişkisine kadar birçok özelliğiyle beni etkiledi, tanıdıkça sevdim. Umuyorum bu romandan sonra özellikle gençler Yazılıkaya-Çorum’a sırt çantalarıyla gidecekler.

Kitabınızı, ‘’#DEFNEKAMANNEREDE’’ etiketiyle sosyal medya ile de etkileşim haline sokuyorsunuz bir nevi. Bu ilginç fikir nasıl ortaya çıktı?

Defne Kaman, vicdanlı muhabirlik yapan bir gazeteci. Kendini sokmayan yılanın bile bin yıl yaşamasını dert edinip, başkalarına fenalık edecekse o yılanı yuvasına kadar fikri takip edip, bulduklarını da kaydedip, arşivliyor. Uzun süre kaybolunca vicdanlı gençler sosyal medya üzerinden organize olup, Çorum’a onu aramaya, aslında kendi özgürlükleri ve haklarını korumaya, sorumlulardan hesap sormaya geliyorlar. Bu hikâyeyi isteyenler, “Eğer GEZİ Anadolu’da olsaydı neler yaşanırdı?” diye okuyabilir. Ben sadece oyunu kurdum ve oyunun başına vicdanı ve fikri hür, cesur bir vali karakteri koydum. “İstenseydi GEZİ tamamen farklı yaşanırdı” diye de yorumlanabilir? Asıl önemlisi romandaki Sabahattin Ali Okur gibi valilerimizin gerçekte de olduğunu hatırlamak. Anadolu’dan asla ümit kesmeyeceğiz; sakın ha!

Moda’nın Muhtar Meclisi’ndesiniz aynı zamanda. Yani bir yazar olarak, semtinizin yönetiminde söz sahibisiniz. Neler söylersiniz bu konuda?

Benim muhtarlık heyetine girmemin asıl nedeni: kadınların ve gençlerin yerel yönetimlere katılmasının önemine vurgu yapmak. Sonra da elbette: Modamızın trafikten, park-ağaçlarına, zayıflayan komşuluk ilişkilerinden sokak hayvanlarının sorunlarına kadar ortaklaşa samimi çözümler bulmaya gönüllülük esasına dayalı zaman ve enerji ayırmaya çalışmak. Twitter.com/@ModaMhtr Meclisi  ve Facebook.com/ModaMuhtarMeclisi hesaplarımızdan bizlerle iletişime geçebilirler. Biz diyoruz ki: Kadınlar ve gençler, mahallenizin sorunlarını yabancılara bırakmayın, yerel yönetime ve siyasete girin! Hemen, en kısa zamanda, çünkü yabancıların bize dayattıkları kültürlerde yaşamak istemiyoruz! Belki Moda, bu dinamik muhtarlık ekibiyle Türkiye genelinde öncülük eder? 
 
Modalı olmak nedir?

Ortalama bir Modalı’yı, yazın çay bahçesinde simit ve çayla kitap ve gazete okuma zevkine sahip insan diye de tanımlayabilirim. Cebi değil, kafası zenginler...

Kitaplarınızdaki ve yaşamınızdaki çevreci duruştan hareketle; Kadıköy’ün genelindeki kentsel dönüşüm çalışmalarını nasıl yorumluyorsunuz?

 Ah bu soru en can alıcı sorunuz! Birçok Modalı gibi ben de son yıllarda kentsel dönüşüm bahanesiyle, Moda’da kültürel ve siyasi demografisi değişime uğratılıyor, diye düşünüyorum. Moda’yı  âdeta Disneyland’e çevirmek üzereler! Rant uğruna Moda’nın son yeşillerini de yok edip, o eski yüksek tavanlı apartmanların yerine basık, özelliksiz ama daha fazla daireli binalar dikmek, bunları çoğu memur emeklisi Modalılar’ın alamayacağı fiyatlara satarak, Yeni Modalılar yaratmak üzere bir yağma…  Moda’nın bir yerleşim bölgesi olduğunu, yani bu semtteki insanların da bir hayatı olduğunu kavrayamayan, plastik torbalarla getirdikleri içki şişeleriyle kapılarımızın önünde çilingir sofrası kuran, sonra çöplerini ortalığa döküp giden, sadece camilere saygı gösterip, kilise bahçelerini tuvalet olarak kullanan, hasta ve yaşlıların uyku saatlerini takmadan sokak aralarında bağıran ve çağıran kaba ve saygısız misafirlerden çok bunaldık. Eğlenceye, içkiye, sosyalleşmeye karşı değiliz ama Moda bir eğlence parkı değil, insanların evlerinin olduğu bir mahalledir. İşte değişen ve bizi çok üzen bu…


ARŞİV