17 yıllık geçmişi olan çetelenin amacını, erkek şiddetini haberleştirmenin önemini, yedi yılı aşkın bir süredir bu çeteleyi hazırlayan bianet Kadın ve LGBTİ+ Haberleri Editörü Evrim Kepenek ile konuştuk.

bianet, 2008’den bu yana erkek şiddeti çetelesi tutuyor. Yani tam 17 yıldır bu çeteleyi hazırlıyor ve kamuoyu ile paylaşıyoruz. Sırasıyla tüm isimleri hatırlamam zor olabilir ama anmadan geçersem eksik kalır: Emine Özcan, Burçin Belge ve uzun yıllar boyunca büyük emek veren Çiçek Tahaoğlu… 2018’den bu yana ise erkek şiddeti çetelesinin editörlüğünü ben yürütüyorum.
Medya taramasını ise yıllar içinde Ece Zeren Aydınoğlu, Begüm Baki, Evin Arslan, Ege Öztokat, Elif Yılmaz ve son bir yılı aşkın süredir de Damla Gülden Türkmen üstleniyor.
İşleyişe gelecek olursam: Medya taramasını yapan raportör son verileri gönderdikten sonra, ben her vakayı tek tek inceliyorum; Bianet’in erkek şiddeti çetelesi kriterlerine uyup uymadığını kontrol ediyor, gerekli tüm teyitleri sağladıktan sonra haberleştiriyorum. Ardından fotoğraf ve infografiklerin hazırlanması, basın duyurularının oluşturulması ve ilgili kurumlara iletilmesi süreçleri geliyor. Kısaca, bu çalışma hem kolektif bir emek hem de her aşaması titizlik gerektiren bir süreç.
VERİLERİN TANIKLIĞI
Öncelikle, bir sorunun münferit olmadığını anlatmanın en kestirme yolu verilerle konuşmaktır. Bir yerde çok sayıda kadın cinayeti yaşanıyorsa, burada “münferit” ya da tekil bir vakadan değil, sistematik bir şiddet meselesinden söz ediyoruz demektir. Kadın hareketinin yıllardır söylediği “Hayır, bu münferit değil” sözü, devletin uzun süre dile getirdiği “Erkek şiddeti münferittir, Avrupa’da da oluyor” iddiasının tam karşısına yerleşiyor ve kadınların durduğu noktadan hakikati görünür kılıyor.
Bu veriler ortadayken kimse “Bu ülkede kadına yönelik şiddet yok” ya da “çok az” diyemez. Veriler hem gerçeğin kaydıdır hem de inkârın karşısındaki en güçlü tanık.
Tüm yazılı ve görsel medya kaynaklarını düzenli olarak tarıyoruz; bu süreçte de belirlediğimiz anahtar kelimelere dayanan bir filtreleme sistemi kullanıyoruz. Bu sayede hem kapsamlı hem de tutarlı bir veri akışı sağlıyoruz. Sınıflandırma aşaması çok büyük bir değişkenlik göstermiyor; yıllardır aynı temel çerçeveyi koruyoruz. Başlıklarımızı özetlemek gerekirse: cinayet, şiddet, taciz, tecavüz, çocuk cinayeti ve seks işçiliğine zorlama. Bu kategoriler, erkek şiddetinin yarattığı tabloyu net biçimde ortaya koyan temel eksenlerimizi oluşturuyor.·
Bu konuda kesin bir şey söylemek için uzun dönemli veriye ihtiyaç var. Örneğin 6 Şubat depremlerinin yaşandığı yıl veriler daha düşük görünüyordu; bu şiddetin azaldığı anlamına gelmiyordu, yalnızca haber akışı sekteye uğramıştı.
Bu nedenle “İstanbul Sözleşmesi şiddeti belirgin biçimde artırdı” demem mümkün değil, fakat erkekleri cesaretlendirdiği çok açık. Bunu yalnızca gözlemle değil mahkeme salonlarından gelen ifadelerle de biliyoruz. Faillerin bir kısmı “İstanbul Sözleşmesi kaldırıldı, beni bırakın” derken bir kısmı da “İstanbul Sözleşmesi var diye beni tutukluyorsunuz” söylemini kullanıyor. Avukatların aktardığı anlatımlarda bu ifadeleri sıkça duyarız. Bu da hukuki çerçevenin varlığının ya da yokluğunun erkekler üzerinde doğrudan bir algı oluşturduğunu gösteriyor.
Kadınlar, kadın hareketinin yıllardır verdiği destekle cesaretlendi diyebiliriz. Nasıl ki erkeklerin sırtını sıvazlayan ve onları koruyan bir patriyarka varsa, kadınlara da ifşa etmekten konuşmaya, dayanışmadan mücadeleye kadar her alanda güç veren muhteşem bir kadın hareketi var Türkiye’de.
Bu hareket, yalnızca kadınlara destek olmakla kalmıyor, aynı zamanda topluma da “bu sessiz kalınacak bir mesele değil” diyen bir hat çiziyor. Kadınlar bu dayanışmanın içinde kendilerini yalnız hissetmiyor, hak ararken daha güçlü bir zemine basıyor ve ihtiyaç duyduklarında arkalarında büyük bir kolektifin olduğunu biliyor. Bu da mücadeleyi daha görünür hale getiriyor, sesi daha da büyütüyor.
“ŞİDDETİN SORUMLULUĞU DEVLETE AİTTİR”
İstanbul Sözleşmesi’nin tüm maddelerinin eksiksiz uygulanması gerektiğini düşünüyorum. Şiddetin sorumluluğu devlete aittir ve devlet bu sorunu ancak bütüncül bir yaklaşımla çözebilir. Yargının tutumundan siyasetin diline, eğitim politikalarından toplumsal farkındalığa kadar her alanın bu mücadelede aynı kararlılığı göstermesi şarttır.
Ve elbette medya da bunun bir parçasıdır. Medyanın dili, haberciliğin çerçevesi ve kamuoyuna aktarılan her bilgi bu sorunun çözümünde ya destekleyici ya da engelleyici bir rol oynar. Bu yüzden devletin tüm mekanizmalarıyla, toplumun tüm paydaşlarıyla bu yükümlülüğü yerine getirmesi hayati önem taşıyor.
Gazetecilik anlayışının değişmesinde, geleneksel medya kadar maalesef sosyal medyada türeyen yeni tür “gazetecilik” anlayışı da etkili oldu. Aslında mesele, takipçi sayısını artırma yani bir nevi “kasma” arayışı. Bugün gelinen noktada, geçmişte reyting, izlenme ve okunma oranları uğruna yapılanlar, artık takipçi ve etkileşim uğruna yapılıyor.
Kısacası, bir dönem ekran başındaki izleyici sayısını artırmak için gösterilen çaba, şimdi sosyal medyada beğeni, paylaşım ve hızlı tıklanma elde etmek için harcanıyor. Bu dönüşüm, haberciliğin niteliğini de doğrudan etkiliyor.
Aslında mesele çok basit: “Ali gel” kalıbı ne kadar yalınsa, haber dili de öyle yalın olabilir. “Ali Ayşe’yi öldürdü” ya da “Ali Ayşe’ye şiddet uyguladı” zaten başlı başına acı ve adaletsiz bir durumu ortaya koyuyor; buna ek olarak “aşk gözünü kör etmişti, “kıskandığı için yaptı” ya da “kör testereyle 50 yerinden kesti” gibi süslemelere, dramatik efektlere gerçekten gerek yok. Fakat asıl önemli olan niyet: Siz hak odaklı bir haber yazarsanız, okuru da toplumu da dönüştürürsünüz.
Toplumun gazeteciyi dönüştürmek gibi bir görevi yok; ama gazetecinin görevi asla kahramanlık yapmak da değildir. Buna rağmen gazetecinin, topluma bir ışık tutmak, bakış açısına yeni ufuklar eklemek, yeni kapılar açmak gibi bir sorumluluğu olduğuna inanıyorum.
Sorunuzun cevabına gelecek olursam: Evet, maalesef gazeteciler zaman zaman hatta çoğu kez bu dönüşüme direniyor diyebilirim.
Kapak foto: Fotoğraf: Hülya Çetinkaya/csgorselarsiv.org