Kentsel dönüşüm, hafriyat kamyonları, yeşil alanların yok edilmesi, birbirinin aynı yüksek katlı binaların giderek çoğalması. Bütün bunlar sadece şehirlerin mimarisini mi değiştiriyor? Kanada’daki Waterloo Üniversitesi’nde tasarımın psikolojik etkileri üzerine araştırma yapan Colin Ellard’a göre, bina cepheleri insanları fazlasıyla etkiliyor. Bina cephesi karmaşık bir yapıya sahip ve ilginçse insanları olumlu etkiliyor, basit ve monoton bir görünüm ise olumsuz etki yaratıyor. Çevre psikolojisi üzerine çalışmalar yapan İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr.Eren Kürkçüoğlu ile kentlerin mimari yapısının insan psikolojisi üzerindeki etkilerini konuştuk.
Sizin çalışma alanlarınızdan biri de kent ve psikoloji. Bu alanı biraz açar mısınız, kent ve psikoloji nasıl bir araya geliyor?
Kentleri fiziksel olarak farklı ölçeklerde yapıların ve açık alanların bir araya geldiği bir sistem olarak tanımlarız. Ancak bu sistemi sadece fiziksel olarak tanımlamak yetmez; kentin var olduğu tarihsel dönem, içinde yaşayan insanlar, bu insanların kültürel-ekonomik yapıları, ihtiyaçları, beklentileri ve davranışları gibi zamansal ve sosyo-psikolojik olgular da sistemin bir parçası olarak yer alır.
Yaşayan bir organizma diyebilir miyiz?
Evet, kentleri canlı birer organizmaya benzetebiliriz; ilk kuruluşları ile birlikte doğarlar, nüfus artışına ve diğer gelişen dinamiklere bağlı olarak büyürler ve afet, savaş veya terk edilme gibi ölümcül durumlarla karşılaştıkları zaman da ömürlerini tamamlarlar. İnsan anatomisi ile benzerlik kurmak gerekirse; bahsi geçen fiziksel unsurların kentlerin iskelet ve kas sistemini oluşturuyor diyebiliriz, yani bir nevi varoluşlarının nesnel yansımalarıdır. Nasıl ki duygularımız, düşüncelerimiz ve davranışlarımız bizleri sadece birer vücut olmaktan öteye götürüyor ise, sosyal ve psikolojik unsurları da kentleri özgün, yaşayan ve devingen bir hale getiriyor. Bu durumda da, kentlerde yaşayan insanların davranışlarını, içinde bulundukları çevre ile olan etkileşimlerini ve bu etkileşimin karmaşık, dinamik ve çok boyutlu ilişkilerini inceleyen “çevresel psikoloji” bilimi devreye giriyor.
GRİ VE YEŞİLİN ETKİSİ
Bazı araştırmalar kentlerin yapısının, mimari düzeninin insan psikolojisinde önemli etkilerinin olduğunu söylüyor. Sizce durum nedir, kentler bizim psikolojimizi nasıl etkileyebiliyor?
Kentlerde yaşayan bireyler olarak bizler her an istemli veya istem dışı olarak uyarıcı etkenlere maruz kalıyoruz. Bu etkenler ses, renk, ışık ve koku gibi duyularımız ile algılayabildiğimiz temel uyarıcılar olabildiği gibi, doğrudan veya dolaylı olarak duygu durumumuzu ve sinir sistemimizi-hormonsal dengemizi etkileyen karmaşık uyarıcılar da olabiliyor. Elbette ki biyolojik ve sosyo-kültürel özelliklerimizin de bu uyarıcıları algılamamız üzerinde filtreleyici rolü var: Yaş, cinsiyet, duyu organlarımızın çalışma prensipleri, beklentilerimiz, yaşam koşullarımız, geçmiş deneyimlerimiz, ihtiyaçlarımız ve hafıza durumumuza bağlı olarak bu uyarıcıları filtreliyoruz ve çevremizi “bize özgü” şekilde algılıyoruz. Dolayısıyla aynı çevrede bulunan farklı bireyler, o çevreyi bambaşka algılayabiliyor; yani her bireyin kendine özgü bir “psikolojik çevre”si oluşuyor. Bu noktada kentlerin yapısı ve mimari düzeni de bireylere uyarıcılar gönderen unsurlar haline geliyor.
Algılarımız açılıyor yani?
Evet, bir çevre içinde farklı bir mimari tarza sahip yapıyı kolaylıkla algılayabiliyoruz; dar sokaklarda veya yüksek katlı yapıların arasında kapana kısılmışlık hissi yaşayabiliyoruz; kahvecilerin, fırınların veya çiçekçilerin önünden geçerken dışarı verdikleri kokulara anlık reaksiyon verebiliyoruz. Bunlar gibi sayısız etki-tepki sürecini aslında bir gün içinde defalarca yaşıyoruz. Sürekli kullandığımız bir çevre içindeysek belli başlı uyarıcıları zamanla kodlayabiliyoruz. Bu nedenle insanlar ilk defa ziyaret ettikleri bir yerde çevreyi daha çok incelerler veya kaybolma korkusu yaşarlar. Mekâna ait kodların oluşması, bu uyarıcı etkenlerle birlikte çevre daha çok deneyimlendikçe gerçekleşir. Dolayısıyla bilmediğimiz çevrelerde huzursuz oluruz, aşina olduğumuz bir uyarıcıyı yakalamak isteriz. Mekânsal kodlamanın tamamlandığı çevrelerde ise artık etrafımıza bakmadan hareket edebilir hale geliriz.
Bu durumda daha yeşil ve ferah kentler daha olumlu bir etkiye mi sahip?
Yeşil rengin insan psikolojisindeki yeri her zaman ayrıdır; hassaslık, huzur, sakinlik, yenilenme, bereket gibi simgesel anlamları mevcuttur. Doğaya referans verdiği için de insanlarda, belki de kalıtsal olarak da kodlanmış bir pozitif etkisi var. Kentleşmeyi de genellikle “gri” renk ile bağdaştırırız, “beton” malzemesinden dolayı, hatta bunun için tüm kentin beton ile bezenmesine de gerek yok. İnsan psikolojisinde gri renk ise yoğun kullanıldığında tekdüzelik, bunaltıcılık, resmiyet ve ciddiyet duygularını etkiler. Dolayısıyla yeşilin azaldığı, grinin arttığı kentlerde insan psikolojisinin olumsuz yönde etkilendiği, yapılan araştırmalarla da kanıtlanmış bir genelleme olarak kabul edilebilir. Günümüz şehircilik ve mimari yaklaşımlarındaki en güncel konular arasında “yeşil kentler” yer alıyor, yani doğal kaynakların gelecek nesillere aktarılması, enerjinin korunması-pratik üretimi ve insanlar için daha konforlu ve kaliteli fiziksel çevrelerin tasarlanması yönünde yaklaşımlar üretiliyor. Türkiye henüz bu konuya yeni adapte olmaya çalışıyor.
DENİZ MUTLU EDİYOR, TRAFİK İSE MUTSUZ
Kentler nasıl dizayn edilirse daha mutlu oluruz?
Bu noktada her bireyi mutlu edecek bir kentsel/çevresel ortam yaratmak ne yazık ki mümkün değil, çünkü her bireyin yaşadığı kentten beklentileri çok farklılaşıyor. Bu noktada mümkün mertebe çok sayıda bireyin ortak veya ağırlık verdiği ihtiyaç ve beklentilere hitap eden çözümlere gitmek gerekiyor. Çoğunlukla bireylerin ihtiyaç ve beklentileri sorgulanmadan tasarlanan, düzenlenen kentsel çevrelere maruz kalıyoruz. Bu da aslında bir etki-tepki deneyidir: Bu şekilde kurgulanan bir çevre bireylere sunulur ve tepkileri gözlemlenir. Zaman içinde çok talep edilen ve yoğun bir biçimde kullanılan bir yer haline gelebildiği gibi, terk edilmiş ıssız bir yer haline de dönüşebilir. Aidiyet duygusu hissedebildiğimiz çevrelerde bir şekilde mutlu olabiliyoruz.
İstanbul'u nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce böyle bir mimaride mutlu olmak mümkün mü?
İstanbul çok karmaşık bir şehir ve çok fazla uyarıcısı var. Uyarıcıların en başında da insan faktörü geliyor, yani aşırı yoğunluk ve kalabalık. Hatta öyle ki, İstanbul’un bazı bölgelerinde kalabalık faktörü mimarinin önüne geçiyor, yani mimari yapısına bağlı uyarıcıları algılayamıyoruz bile. Dolayısıyla İstanbul’un bütününü aynı kefeye koymak doğru olmaz. Benzer şekilde, her bir bireyin İstanbul’un hangi köşesinde daha mutlu olduğu da farklılaşır. Bu noktada şanslı olduğumuz birkaç konu var, birincisi su kenarı şehriyiz. Suyun insan psikolojisi üzerindeki olumlu etkileri birçok bilimsel araştırma ile kanıtlanmış durumda. Burada önemli olan suya girmek değil; seyretmek, dokunmak, kokusunu içine çekmek bile insan psikolojisi üzerinde olumlu sonuçlar doğuruyor. İkinci şanslı olduğumuz konu ise İstanbul’un tarihsel geçmişi ve hala ayakta kalan kültürel-mimari miras yapıları. Üç büyük imparatorluğa ev sahipliği yapmış çok katmanlı bir şehirde yaşıyoruz ve hala farklı dönemlere ait tarihi izlere rastlayabiliyoruz. Bu izler de özellikle mekân kodlarımız için pozitif etki oluşturabiliyor.
Ama son yıllarda İstanbul’un bu değerleri yapılaşma tehlikesi altında.
Son elli-altmış yıl içinde gerçekleşen aşırı nüfus artışı, gitgide yayılan yapılaşma ve çarpık kentleşme nedeniyle İstanbul artık çok kimlikli bir şehir haline geldi, dolayısıyla bu şehrin sosyo-psikolojik yapısını bütüncül olarak ele almak ve değerlendirmek gerçekten çok zor. Bir sistemler bütünü olduğu için bu yaklaşımı tüm parametreler ile birlikte düşünmek gerekli.
Kentlerin mimarisine ulaşım ve çevre de dâhil mi? Trafik sorunu büyük stres kaynaklarından biri olarak gösteriliyor.
Kent sistemlerinin belki de en önemli parçası ulaşımdır, hatta sistemi birbirine bağlayan temel unsurdur. İnsan vücudu analojisinde “dolaşım sistemi”ne tekabül ettirebiliriz. Bir yerden başka bir yere en kısa sürede ve en konforlu biçimde erişmeyi isteriz, bu bağlamda da günlük rotalarımızı belirlerken sürekli kararlar veririz ve bu kararlar da psikolojik deneyimimizin bir parçasıdır. Nasıl ki damar tıkanıklıkları vücudun belli bölgelerinde hasara yol açıyor, gerek araç gerek ise yaya trafiği açısından yaşanan tıkanıklıklar da kentlerin belli bölgelerinde sorunlara neden oluyor. Yürüme mesafesi açısından yarım saatlik bir yere araç içinde iki saatte ulaşamadığınızda moraliniz bozuluyor, stres artıyor, veriminiz düşüyor ve bu durum gün içindeki diğer aktivitelerinize de yansıyor. Bu rutin her gün tekrarlandığında ise daha kaotik bir durum ortaya çıkıyor. Sadece bir birey açısından değil, bu duruma maruz kalan büyük bir kitleyi de düşünmek lazım.
“KORKU, TOPLUMSAL PARONAYA DÖNÜŞÜYOR”
Yaşadığı kentte mutsuz olan insanlar toplumsal yaşamlarında nelerle karşılaşıyorlar. Ya da bu bir toplumsal krize dönüşüyor mu?
Yaşadığı çevre içinde mutsuz veya huzursuz olan insanların karşılaştıkları en temel problem güvenlik, ya da tersten bakarsak “korku”. Zamanla toplumsal bir paranoyaya da dönüşmesi muhtemel olabiliyor. Issız veya terk edilmiş mekânlar, geçmişte gasp, taciz, saldırı gibi kriminal olayların yaşandığı bilinen kentsel çevreler, köhnemiş ve bakımsız alanlar, aidiyet beslenmeyen kentler beraberinde bireyler üzerinde hep bir korku ve tereddüt getirir. Çevreye karşı duyulan bu korku, akabinde bireylerin birbirlerine karşı yabancılaşmasını da kaçınılmaz kılıyor.
Bazı araştırmalar komşuluk ilişkilerinin de ciddi oranda etkilendiğini gösteriyor.
Eskiden komşuluk son derece önem verilen sosyal bir olgu iken günümüzde birbirini tanımayan, göz temasından ve sözlü iletişimden kaçınan bireyler, korkunun getirdiği paranoya nedeniyle birbirleri ile neredeyse hiç etkileşim kurmadan aynı çevreyi paylaşıyor. Kentler içinde korkuya dayalı gerekçelerden ötürü kırmızı bölge olarak etiketlenen alanlar var; özellikle belli bir saatten sonra girilmesi sakıncalı, içinden geçilince başına bir şey gelecek korkusu ile hareket edilen, mecbur kalmadıkça kullanılmayan alanlar. Bunlara da kentlerin “hastalıklı bölgeleri” diyebiliriz. Aslında tedavisi kolay olsa da, tam tersine paranoyanın arttırılmasına yönelik uygulamalar yapılması da ayrı bir tartışma konusu. Bu paranoya ile baş edebilen bireyler, mutlu veya mutsuz bir şekilde yaşamlarını sürdürmeye devam ederken; baş edemeyenler ise ya kenti terk ediyor, ya da kente zarar vermeye başlıyor, suç işliyor, hastalıklı sistemin bir parçası oluyor.