Yazar Nükhet Eren, 2010 yılında yayımladığı ilk öykü kitabı Saflık Örtüsü’nden sonra, şimdi 2 yeni kitapla birden çıkıyor okuyucu karşısına. Yazınsal serüvenine farklı edebi türlerle devam eden Eren’in ilk romanı İstanbul Sonatı çok katmanlı yapısıyla; ilk şiir kitabı Mayıs Falı ise tematik zenginliğiyle dikkat çekiyor
GÖKÇE UYGUN
FOTOĞRAFLAR: HARİKA ŞEBNEM KARABIYIK
Yazar Nükhet Eren, 20 yılı aşkın süredir Kadıköy’de yaşıyor ve yazıyor. Yazdıkları çok çeşitli; öykü, şiir ve roman bunlardan sadece birkaçı. Son yıllarda Koşuyolu Mahalle Evi’nde ücretsiz Yaratıcı Yazarlık Dersleri veriyor, hem de gönüllü olarak. Hayatı yazmak ve okumakla geçiyor. Ancak Eren’in uğraş alanları edebiyatla sınırlı değil. Kadın sorunlarına kafa yoruyor kadın duyarlılığıyla, Karadeniz kökenli olması nedeniyle Lazca ve Laz şair Helimişi Xasani’yle ilgili araştırmalar yapıyor, tiyatroyla ilgileniyor... Tüm bu edebiyat dışı uğraşlarının da kendisini zenginleştirdiğine inanıyor. Yakın zamanda iki yeni kitapla okuyucusunun karşısına çıkan Eren’i sayfalarımıza konuk ettik. Karşınızda hayatı dolu dolu yaşayan ve yazan Kadıköylü yazar Nükhet Eren....
-Yeni kitaplarınızla başlayalım dilerseniz. İstanbul Sonatı bir roman, Mayıs Falı da şiir kitabı. Farklı türdeki bu iki kitabı neden aynı zamanda yayınladınız?
İstanbul Sonatı edebi formda ilk yazdığım eser. Aslında öyküyü kitabımdan daha önce yazmıştım İstanbul Sonatı’nı ama öyküler daha önce yayınlandı. Şiirler de epey süredir vardı ama ama açıkçası ben çok düşünmüyordum yayınlamayı. Sonra ikisini birden yayınlamaya karar verdik.
-İstanbul Sonatı’nın arka kapağında bir James Joyce ve Dublin benzetmesi var. Siz İstanbul’u neden yazmak istediniz?
Joyce çok etkilendiğim bi yazardır. Bende zamanla, İstanbul’da yaşadıkça ve bu hızlı değişimi gördükçe, “İstanbul hızla değişiyor. Kendi İstanbulum’u anlatmalıyım” düşüncesi oluştu. İstanbul sokaklarında çok dolaştım. Kendimi tanımlayacak olursam; sokaklarda dolaşabilen İstanbullu bir kadınım ama bir yandan da Ortadoğuluyum. Yani modernizmi içine sindirememiş bir ülkedeyim. İstanbul Sonatında tüm bunlar var. Kadın, şehir ve kadının etrafını saran her şey...
-Kadın karakterin adını neden Hüma olarak seçtiniz?
Hüma’nın oğlunun adı Fatih, kocasının da Murat. Fatih Sultan Mehmed’in annesinin adı da Hüma’dır. İstanbul Sonatı tarihi bir roman değil ama böyle küçük bir tarihi gönderme var sadece, İstanbul’la bağlantılı olarak. Hüma, orta halli, çalışan, iyi eğitim aldıgı söylenebilen bir kadın. Kocasından boşanıyor ve bir mücadele içine giriyor hayatla. Bumücadeleyi de şehirle paylaşıyor. Bazen Hüma İstanbul oluyor, bazen de İstanbul Hüma oluyor.
-Peki ya Mayıs Falı’ndaki şiirlerinizin dokusunu nasıl tanımlarsınız?
Bu benim ilk şiir kitabım. “Kutsal Kâse”, “Sarı Hikâye” ve “Mayıs Falı” olmak üzere 3 bölümden oluşuyor. Günümüz şiir anlayışından oldukça farklı bir yapıya sahip şiirler... İki özelliği var şiirlerimin. Birincisi, estetik zenginliğe pek kulak asmadan yaşadığım gün ve gecenin izlerini taşıyor. İkincisi, bütün zar zor, eksik gedik yanlarına rağmen, kendine özgüler. Hiç kimsenin ve hiçbir akımın etkisi yoktu, liseli yılların devamı gibi berrak, acemi ve saflar... Bu kitabı 12 Eylül 1980 öncesi döneme, (benim de gençlik yıllarım oluyor) ithaf ettim. Çünkü darbe öncesi gençliğinin pek çok yönden silindir gibi ezildiğini düşünüyorum. Yaşayamadıkları pek çok şey kaldı. Bu şiirler pek çok yönden o günlerin sancısını, tüm o ezilmişliğini yansıtıyor, yaşanamayan hayatları anlatıyor.
-Biraz da Kadıköy’le bağınızı konuşalım. Burada mı doğdunuz?
Hayır Fatih’te doğdum ama liseyi bitirdikten sonra Kadıköy tarafına geldik. Bir dönem Bursa maceramız oldu ama sonra tekrar döndük İstanbul’a. 20 yıldır Koşuyolu’ndaydım. İstanbullu olmayı (Mevlana’nın benzetmesinde olduğu gibi) bir ayağı burada sabit, diğer ayağı başka yerlerde gezinen pergele benzetiyorum. Ben de öyleyimdir.
-Bu sabitlik ve değişim hali yazdıklarınıza nasıl yansıyor?
Batı’nın edebi, kültürel ve sanatsal değerlerinden alarak, kendi dilimi kullanarak bu toprakları yazmayı seviyorum.
-“Kendi dilimi..” dediniz. Üslup sizin için önemli sanırım, ne dersiniz?
Evet üslubu çok önemsiyorum. Neyi anlattığınız kadar nasıl anlattığınız da önemli. Dili kullanmak, cümlelerle, kelimelerle oynamak...
-Peki nasıl yazıyor Nükhet Eren?
İnsanları tanıyıp, onları anlayıp yazmayı seviyorum. ‘Bir odaya kapanıp yazayım’ değil de; yaşarken, hayatın içindeyken yazmayı daha çok seviyorum. Yaşadığım yerin insanını yazmayı seviyorum. Kadını yazmayı da önemsiyorum. Mesela Hüma’da pek çok şeyi görebiliyoruz; bir annenin, bir iş kadının yaşamını, evli bir adamla aşk yaşayan bir kadının nelerle karşılaşabileceğini...
-İstanbul Sonatı’nda İstanbul ve Kadıköy var zaten ama yine de soracağım; Kadıköy için bir kitap yazmayı düşündünüz mü hiç?
Zaten kitaplarımda Kadıköy hep var. Ve hep de olacak gibi. İstanbul çok özel benim için elbette ama Kadıköy’ün ayrı bir yeri var. Mesela burada özgürlük var. Bunu özellikle Koşuyolu’ndaki mahalle çalışmalarımızda görüyoruz. Bir etkinlik yapacağımzı zaman belediyeden izin almamız gerekmiyor. Kadıköy Belediyesi’ne haber veriyoruz, bu yeterli oluyor. Bu bizim için önemli bir özgürlük alanı.
-Koşuyolu demişken, semtte yürüttüğünüz bir tarih çalışması var. Biraz bahseder misiniz?
Koşuyolu’nun sokaklarının tarihine dair bir çalışma yürütüyoruz, semt sakinleriyle görüşmeler yapıyoruz. Çocukluğu orada geçmiş insanlardan semtin geçmişini öğrenip kayıt altına alıyoruz. Bu çalışma bir kitap haline gelecek. Bu röportaj vesilesiyle Kadıköy Belediyesi’nden kitap için destek beklediğimizi de belirtmek isterim.
-Koşuyolu’nda verdiğiniz Yaratıcı Yazarlık Dersleri’ne epey ilgi varmış. Bu atölye fikri nasıl ortaya çıkmıştı, ne kadar süredir devam ediyor?
Koşuyolu Mahalle Evi’nde bir tiyatro grubu var, ben de o grubun içindeydim. Oradan arkadaşlar bana bir yazarlık atölyesi kurmamı önerince aklıma yattı ve böylece başladık. Bu dönem 4. yıla giriyoruz. Haftada 2 gün yapıyoruz. Pazartesi günleri devam gruplarımız var. Cuma günü de yeni başlayanların dersi var. Çok güzel şiirler, öyküler yazıyorlar, roman çalışması yapanlar var. Atölye olarak geçen yıl Caddebostan Kültür Merkezi’nde bir “Mahmut Yesari Sempozyumu” düzenledik. Biliyorsunuzdur Yesari, ismi Koşuyolu’nda bir sokağa verilmiş değerli bir yazardır. Ama fazla tanınmamış. Biz de onu tanıtmak için bu sempozyum işine soyunduk. Atölyeden bir grup, Yesari’nin roman, öykü ve tiyatro eserlerini derlediler. Bu çalışmayı Kocaeli Kitap Fuarı’nda ve İngiltere’deki Yunus Emre Türk Kültür Merkezi’nde de sunduk.
-Koşuyolu sınırlarını çoktan aşmışsınız...
Evet uluslararası olduk! Mahmut Yesari ile ilgili belgesel hazırladık atölye kapsamında. Ayrıca Yesari’nin bir oyununu da sahneledik. Yani atölyede böyle bir sinerji oldu. Ben bile geri dönüp baktığımda şaşırıyorum nasıl yaptık bunları diye. Bu arada Mahmut Yesari sempozyumunu kitap haline getireceğiz. Bu çalışmaya maddi manevi destek olmak isteyenlere de açığız.
-Daha çok Koşuyolu sakinleri mi katılıyor ?
Evet daha çok Koşuyolu ve Acıbadem sakinleri ama Kadıköyün değişik yerlerinden, hatta İstanbul’un farklı bölgelerinden gelenler bile var. Herkese açığız, hiçbir koşul yok. Katılımcılar kadın ağırlıklı.
-Atölyeye devam edenlerden kitabı çıkan oldu mu?
Derslere katılanların öykülerindne oluşan derleme bir kitabımız yayınlandı. Adı “Hayale Yığılan Şeyler”. Ayrıca bir de yaratıcı yazarlıkla ilgili blogumuz var. Unutulan yazarların tanıtılması, karşılaştırmalı edebiyat araştırmaları, yazar-şair söyleşileri gibi sürekli yenilenen başlıklar altında uzun soluklu çalışmalarımız da sürüyor.
-Genelde bakacak olursak yazın dünyasına katkılarını, özelde de katılımcılarının edebiyat dünyasına etkilerini gözönüne alacak olursak, atölyenin önemi ve işlevi açısından neler söylersiniz?
Edebiyatı seven insanlarla bir grup oluşturmak en çok istediğim şeydi. Üretmeye, birbirini anlamaya ve paylaşmaya yönelik bir alan oluşturduk. Böyle gönüllü bir çalışmanın devam etmesinin, edebiyat severlerin buluşmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Mesela şöyle bir durum var; atölye kış döneminde oluyor ama katılımcılar yaz ayalrında da birbirlerindee kopmuyorlar. Belirli aralıklarla buluşup edebiyat çalışmaları yapmayı sürdüyorlar yaz aylarında da.
-Katılımcıların çoğu kadın diye tahmin ediyorum, yanılıyor muyum? Edebiyatta kendinize açtığınız alandan bahsederken siz, aklıma İngiliz feminist yazar Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda” kitabı ve düşüncesi geldi...
A evet… Türkiye’deki kitap okurlarının yüzde 65’inin kadın olduğu söyleniyor ki bu bence şaşırtıcı değil. Vet bizim atölyemizin de büyük kısmını kadınlar oluşturuyor. Kadınların yazmasını da okumasını da çok önemsiyorum. Kadının kendi diliyle varolması gerek...
JOYCE VE DUBLİN, EREN VE İSTANBUL...
İstanbul Sonatı’nın arka kapağından;
“Derler ki bir gün Dublin tamamen yıkılsa, Ulysses’e bakılarak yeniden inşa edilebilir. James Joyce ve benzeri pek çok yazar gibi Nükhet Eren de, kendi şehri İstanbul’u gelecek nesillere taşıma arzusuyla yazdı İstanbul Sonatı’nı. Şehre samimi bakışının izlerini, 2000’li yılların İstanbul’unda yaşayan bir kadının gözünden aktarmayı seçti. Çünkü şehir ve zaman ne kadar değişirse değişsin, kadına ait gerçekler hâlâ sürmekteydi. Roman kahramanı Hüma, şehrin siluetine işlemiş moderniteyi içselleştirebilmiş olsa dahi, yaşadığı toplumun yapısı bunu kendi hayatında uygulamasına engel oluyordu. İstanbul’un sokak araları kadar, ilişkide olduğu her insanın da onda izdüşümleri mevcuttu. Bu sebeple roman, şehrin birbirinden çok farklı olan sokakları gibi, birbirinden çok farklı olan insan yüzlerini de yansıtmaktadır. Roman, zamanda ileri-geri gidişlerle, anılarla ve alıntılarla beslenmiştir. Zamana ve mekâna tanıklık ön plandadır. Bu tanıklık, Hüsn-ü Aşk ve Kroyçer Sonat gibi önceki eserleri içine alan bir boyutu barındırır. Bazı örneklerin aksine bu roman, bir kadınla yola çıktığı için “bir kadın romanı”dır; ama aynı zamanda bir şehri anlattığı için de “bir şehrin romanı”dır. Burada söz konusu olan, bir insanla bir şehrin iç içe geçmiş birlikteliğidir.’’