'Kadıköy'de hafızanı canlı tutabiliyorsun'

Bir yıl önce atölyelerini Yeldeğirmeni’nde açan iki sanatçı Sevil Tunaboylu ve Mert Öztekin sanat üretimlerini ve mahalleli ile yaşadıkları karşılıklı diyalogu anlatıyor

10 Temmuz 2015 - 10:00
Ayşegül OĞUZ

Sevil Tunaboylu ve Mert Öztekin Yeldeğirmeni’nde aynı atölyeyi paylaşan iki sanatçı. Yeldeğermeni’ne bir yıl önce gelen sanatçılar için oldukça verimli geçen günlerin en önemli yanlarından biri de yaşadıkları semtin sunduğu atmosfer, huzur ve muhabbet. Sevil Tunaboylu’nun henüz biten ikinci solo sergisi ‘Aklımda’nın mayalandığı, biriktirirken sağalttığı biricik mekânı atölyesi. “İnim” dediği bu mekanda yaptığı atölye ve workshop çalışmalarıyla da yöntem ve resim bilgisini geliştirmek, yeteneğini keşfetmek isteyenlere kılavuzluk yapıyor. Mert Öztekin ise, son olarak Yeldeğirmeni’nde bulunan Tasarım Bakkalı’nda sanatçı Güneş Terkol’la ortak bir sergiye imza attı.  Rambo Mozart sahne adıyla DJ’lik faaliyetini sürdüren ve 10 yıldır HA ZA VU ZU grubunun bateristliğini de sürdüren Mert Öztekin’in 10 parmağında 10 marifet var. Sevil Tunaboylu ve Mert Öztekin atölye ortaklığının, kolektif düşünme ve üretmenin zevk ve ihtimalleriyle hareket eden, bireysel üretimlerinde de özgün ve biricik olmayı başaran iki sanatçı. Mahalleleri Yeldeğirmeni’ni bir de onlardan dinleyelim...

Avni Akyol Güzel Sanatlar Lisessi’nden mezunsun. 90’ların sonu 2000’lerde ve günümüze dek senin hayatında Kadıköy nasıl bir yere sahip oldu?

Lisedeyken Akmar vardı. Duyduğum hikâyeler yüzünden pek girmeye yeltenmediğim esrarengiz bir yerdi. Lise arkadaşlarımla Son Gemi’ye gittiğimizi hatırlıyorum. Orada gördüğüm insanlar dünyamın hem içinde hem dışındaydılar. Karga’yı hatırlıyorum. O zaman lisede yatılıydım. Sevgilimle kaçıp Karga’ya gitmiştik bir defasında. Gene de Beyoğlu gibi değil Kadıköy. Kadıköy’de yürürken hafızanı canlı tutabiliyorsun, Beyoğlu’ndaki gençliğim günbegün siliniyor. Önceden ne vardı hatırlamıyorum bile. Kadıköy başlı başına İstanbul’da kaçıp hülyalara dalacağın bir yerdir.


İlk sergin için çalışmaya Taksim’deki atölyende başladın fakat Tarlabaşı’nın dönüşümü nedeniyle terk etmek zorunda kaldın. İkinci sergin Aklımda ise Yeldeğirmeni’ndeki atölyende sergilendi. Yeldeğermeni’ne gelişin nasıl oldu?
Taksim’i bırakmak zorunda kalınca Moda’da yaşayan bir arkadaşımın yanına taşındım. Hatta ilk sergimi orada, tek göz odada bitirdim. Yaklaşık bir sene önce de Yeldeğirmeni’nde atölye kiraladım. Evde çalışmak çok zordu ama aynı zamanda eve de yakın olmalıydım. Tamamen pratik sebeplerden ötürü, ayrıca Moda’ya göre daha ekonomik olduğu için Yeldeğirmeni’ni seçtim. Liseden beri arkadaşlarımın atölyelerini ziyaret ettiğim bu mahalleye geri dönmek çok güzel.

Yeldeğirmeni senin için nasıl bir yer?
Yeldeğirmeni öncelikle tam bir mahalle. Otoparkçısından çamaşırcısına, tostçusundan manavına, hayvan sever Hüsnü ve Hüsniye’nin bakkalından atölyemize uzanan bir mahalle kültürü içinde yaşıyoruz. Atölyede perdelerimiz hep açık; bu mahalleliye olan güvenoyumuz için. Bunun karşılıklı olacağını bildiğimizden gerekli olmadıkça kapatmıyoruz.

Atölye sahibi olmak senin için ne ifade ediyor?
Atölye mahrem bir alan. Senin yatağın aslında. Bu yüzden de çok önemli. Annemlerle yaşarken bunun çok sıkıntısını yaşıyordum. Çok uzun süre televizyon açık salonda çalıştım. O koşulların da bana çok şey kattığını düşünüyorum. “Evcil Varoluş” diye bir serim vardı. Annemin, babamın, kardeşimin bıraktığı objeleri o an çiziyordum. Öyle bir defter yapmıştım. Televizyon açıktı, televizyonun açık olduğu, ayaklarımı uzattığım resimler var. Televizyonda ne varsa onu çiziyorum. Hep çiziyorum, ama etrafımda da bir şeyler oluyor. “Salon” serisi mesela bu faaliyetten çıktı. Pop starlar, dizi oyuncuları, annem, babam, kardeşim, patlamış mısır, çerezlerin bitip üst üste konulduğu kaseler... Natürmortlar...

Yeldeğirmeni de “soylulaştırma” tehlikesiyle karşı karşıya... Şehirde olup bitenleri ve sürekli barınma tehlikesi altında olmayı sen nasıl yaşıyorsun?
Ayrılıkçeşme’ye gelen Marmaray, Avrupa’dan Anadolu’ya akın eden sanatçılar, Erasmus öğrencilerinin de “daha ekonomik” düsturunu artık biliyor olmaları, tabii ki Yeldeğirmeni’ni artık pahalı, daha popüler ve maalesef “seçkin” bir yere dönüştürdü. Her gün bir kafe açılıyor, o masalar doluyor. İnanılır gibi değil! Kiralar yükseldikçe yükseldi. Sistem durmadan “çalış senin de olur” diyor. Çalışıyorum, ama kirayı ödemem için ya da başımı sokacak kendime ait bir odam olması için daha da çok çalışmam gerekiyor. Çalıştın kazandın ve sonunda bir eve kiraya çıktın diyelim. Masraf yaptın bir de. Altı ay sonra bir müteahhit tarafından satın alınmayacağı ne malum. Anlayacağın hep bıçak sırtı!

“YELDEĞERMENİ SOKAKLARI UZUN BİR GEMİ GİBİ”

“Yeldeğermeni senin için nasıl bir yer?” sorusuna Mert Öztekin’in verdiği cevap ise şöyle: “İçinde yaşadığım bu atölyeye taşınmak benim için arkamda bırakmak istediklerime karşı, yapmak istediklerim adına hızlı bir sıçrayış oldu. Haftanın altı günü gittiğim işi, kirasını güç bela ödediğim evi ve ailemin bana bıraktığı bütün fazla eşyayı bir kenara bırakıp geldim buraya. Hayatımın ekonomisini küçültmek zaman zaman beni zorlasa da hem eskiye göre daha özgür hissediyorum hem de Yeldeğirmeni’nde buluştuğum eski ve yeni insanlarla kurduğum ilişkiler sayesinde çok zorlanmadan yaşıyorum.

Yeldeğirmeni sokakları denize açılıyor, sokaklar bazen uzun bir gemi gibi görünüyor. Kapımızı bazen kediler, bazen Suriyeli, bazen mahalleli ahbaplar çalıyor. İki sokak aşağı ya da yukarı yürürsek süper marketlerde her şey ucuza bulunuyor. Ama biz Hüsnü'yle Hüsniye'nin bakkalını daha çok seviyoruz.” 
 
 

ARŞİV