'Kendi kibrimize gülerek hafifliyoruz'

Oğuz Atay’ın ‘Tehlikeli Oyunlar’ eserinin başkarakteri Hikmet Benol’u sahneye taşıyan oyuncu Erdem Şenocak, “Seyirciler, oyunda kendilerini görüyorlar ve kendilerine gülme şansı buluyorlar. Ve yalnız olmadıklarını hissediyorlar…” diyor.

21 Ekim 2016 - 10:50

Gökçe UYGUN
Türkiye tiyatrosunun efsaneleri arasındaki güzide yerini –kanımca- giderek sağlamlaştıran bu oyunu nasıl anlatmalı ki; bir sahne düşünün simsiyah, bomboş. Sadece bir salıncak. Ve bir oyuncu. Dakikalarca rol yapıyor. Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanını canlandırıyor. Fakat sadece rol yapmıyor, adeta yaşıyor. Her bir uzvu, kendinden bağımsız ayrı bir karakter oluyor adeta. İşte sahnede böyle tehlikeli oyunlar oynayan kişi oyuncu Erdem Şenocak. Canlandırdığı metin ise Oğuz Atay’ın efsane kitabı “Tehlikeli Oyunlar”ın başkarakteri  Hikmet Benol.
Seyyar Sahne’nin 250’yi aşkın keredir yani 8 senedir durmaksızın sahnelenen bu oyununu yönetmen Celal Mordeniz yönetiyor. 24 Ekim ve 24 Kasım’da Moda Sahnesi’nde Kadıköylü seyirciyle yine yeniden buluşacak olan oyunu, bir süreliğine geldiği Kadıköy’de Erdem Şenocak ile masaya yatırdık…

- Bugüne dek 250’yi aşkın kere Hikmet Benol oldunuz. Bu size ne hissettiriyor? Zor mu?
Yo yoo. Bazı tiyatro teorisyenlere göre oyuncuları sigorta yapmak lazım. Çünkü psikiyatrik yardıma ihtiyaçları olabilir diye düşünülüyor. Fakat bazı teorisyenler de bunu kabul etmiyor. Örneğin bir marangoz, çok fazla masa yapınca deliriyor mu? Ki ben bu ikinci görüşe yakınım. Oyunculuk da teknik bir iş. Hikmet’i sevmiyor ya da onunla duygusal bir bağ kurmuyor değilim. Ama oyunculuk mesleğinin teknik yanlar vardır. Ki bu yön özellikle Türkiye’de öne çıkmalı. Çünkü benim gözlemime göre konservatuarda dahi duyguya, ilhama felan çok vurgu yapılıyor ama oyunculuğun nasıl yapıldığına dair ne hocaların ne öğrencilerin pek bir fikri yok.
Biz bu oyunu hazırlarken ‘Hikmet Benol nasıl bir karakter’ sorusu yerine ‘Nasıl davranıyor, ses tonu nasıl, hızlı mı yavaş mı konuşuyor’ gibi konulara yoğunlaştık. Hayatta da böyle değil mi? Mesela çok iyi tanıdığımız biri için örneğin ‘O çok iyidir asla cinayet işlemez’ deriz. Ama bunu bilemeyiz, her insan cinayet işleyebilir. Dolayısıyla ‘biz’i asıl belirleyen davranışlardır. Ben de ‘Hikmet şöyle böyle bir karakter’ demek yerine ‘Nasıl davranıyor?’ sorusu üzerine  çalışıyorum. Oyunu da bunun üzerinden kuruyoruz. Mesela bir piyanist nasıl ki ‘Bu eser çok duygusaldı, o nedenle ağlamaktan doğru düzgün çalamadım, parmaklarım yanlış notalara bastı hep’ diyemezse –çünkü düzgün çalmalı-, biz oyuncular da iyi oynamak zorundayız.

- Bu kadar uzun süredir bu oyunu sahnelemenizi sağlayan itki ne içinizdeki? Sanırım bunu sadece ‘seyirci talebi’ ile açıklamak mümkün olmayacaktır?
Hiç seyirci seyretmeseydi oynamazdık herhalde. Şu an burada sen benimle böyle röportaj  yapmıyor olsaydın, ben böyle konuşmazdım, deli derlerdi. Ama bu, benim seninle konuşuyor olmaktan zevk almadığım anlamına gelmez. Oyun da böyle. Seyirci geldiği için oynuyoruz, evet. Ama bu bir göreve, memuriyete dönüşmedi. Kendi hislerime ve yönetmenimiz Celal Mordeniz’e güveniyorum. Ara sıra gelip oyunu izleyip, -bir nevi- onaylıyor zaten biz oyunun kötü olduğunu düşünsek asla oynamazdık, seyirci gelse bile!

“OĞUZ ATAY ETKİSİ...”
- 250, bir oyunun temsil sayısı için yüksek bir rakam mı?
Belki şehir ya da devlet tiyatroları için olmayabilir ama alternatif-bağımsız bir tiyatro olarak biz Seyyar Sahne için inanılmaz bir rakam! Biz normalde 10-15 oyunda bitirirdik, 1000 seyirci izleyince, ‘Tamam yeter, bu kadar kişi izledi, şimdi bir sonraki diğer oyuna geçelim’ derdik. Biz seyirciyi çok seviyoruz ama onunla buluşamazsak da kahrolmuyoruz. Zira prova yapmanın kendisi bizim için bir ödül. Bu oyunda biraz farklı gerçekleşti bu durum.

- Neden acaba?
Oğuz Atay etkisi... Şımarmamak için bunu kendimize hatırlatıyoruz. Başka bir sebep yok. Ama oyun da kötü değildi ki herhalde ki bu kadar sürdü. Keza Atay oyunları yapan başka tiyatrolar da oldu.
Herkes ‘Tehlikeli Oyunlar’da kendini görüyor, okurken de izlerken de. Zaten çok teatral bir roman… Seyirci de coşku yaratan Antik Yunan tragedyaları gibi. İnsanlar geliyor, izliyor, sonra bir daha izliyor, bir arkadaşını getiriyor. Şöyle bir anımı paylaşayım; Babam İzmir’de tanıdık bir kitapçıda oyunun afişini görünce, biraz gururlanarak ‘Bu benim oğlum’ demiş. Kitapçı adam da ‘Senin oğlan o oyundan emekli olur’ demiş. İyi mi kötü mü bilemedim ama… (gülüyor)

- Oğuz Atay ile ve bilhassa Tehlikeli Oyunlar romanı ile bağınız nasıl bir bağ? Mesela ilk okuduğunuz zamanı ve size hissettirdiklerini anımsıyor musunuz?
İki itirafım olacak (gülümsüyor) Tiyatro Medresesi’nin üniversite öğrencilerine yönelik kampında, Celal bu kitabın okumasını yapmayı önerdiğinde, ben henüz okumamıştım! Zaten kitabı oyun yapmak fikri de o zamanlar doğdu. Dedik ki yapalım biz bu oyunu dilediğimiz gibi. Neticede hiçbir zorunluluğumuz yok. Kimse bize ‘Mart’ta perde açacaksınız’ falan demiyor. Beceremezsek de, en kötü eşe dosta sergileriz diye düşünmüştük. Zira biz tiyatrodan para kazanmak durumunda değiliz, başka işlerden kazanmaya çalışıyoruz zaten. O anlamda tiyatro bizim için lüks bir nevi.

“HİKMET’E KAPILMAMAYA ÇALIŞTIK”
-    Sonra romanı okudunuz ve…
Romanı okudum, çok etkilendim, bitmesin diye ağırdan aldım. Sahneleri çalışmaya başladığımızda romanı henüz bitirmemiştim. Bu da diğer itirafım! Yani ‘Romanı bir kaç kere okudum da karakter kafamda oturdu ve provalara sonra başladım’ değil! Tembellikten de değil ama. Daha doğru diye hissettiğim için böyle yaptım.

- Okurken, Hikmet Benol’e karşı neler hissettiniz?
O’nun o romantik halini kırmak, çok da kendimizi kaptırmamak için, ‘Aman ne kadar da tırt bir karakter bu’ felan diyorduk, hatta hak etmediği kadar kötü sözler söylüyorduk hakkında. Kendimizi o romantikliğe kaptırsaydık, ona eleştirel bakamasaydık oyun kötü olurdu. 

- Oyun, ara ile birlikte 2 buçuk saati buluyor. Bu, çok konuşulan bir mevzu. Bazı seyirci uzun oyun izlemekten sıkılıyor. Oyun sürelerinin kısaldığı ‘yeni tiyatro’ döneminde, klasik eserlere has uzunlukta bir oyun sahnelemekte ısrarınız (olumsuz manada kullanmıyorum bu kelimeyi…) nedir?
Süre çok göreli bir kavram. Size karşı bir soru sorayım; gittiğiniz o kısa süreli oyunlardan hiç sıkıldığınız olmadı mı?

- Oldu elbette.
Demek ki, sıkıcılık süreyle ilgili değil.  Sıkıcı bulanlar uzun olduğu için sıkıcı bulmazlar bence. Ayrıca, ‘Uzunsa sıkıcı olur’ fikri, yaratıcılığı engelleyen bir düşünce biçimi olur. O zaman ‘Müzik klipleri çok iyi, Nuri Bilge Ceylan filmleri kötü’ deriz ki bu bizi yanlış bir yere götürür.
Biz hatta Cuma-cumartesi iki akşam ardı ardına, arkası yarın gibi sahneleyelim diye bile düşündük! ‘Biz geliriz’ diyen delilere de Pazar günü 4 saat oynamayı bile tasarladık. Ama sonra bu fikirden, sıkıcı olur diye değil, dramaturjik bir kararla vazgeçtik.

- Sanırım Seyyar Sahne oyunlarının ortak hali; sahnede oyuncunun su içmesi, oyun hakkında açıklama yapması gibi durumlar... (Nadir Sarıbacak/Yeraltından Notlar’ı da izlemiştim) Bununla ne demek istiyorsunuz seyirciye?
Bizim temel meselelerimizden biri oyuncu-seyirci ilişkisi… Oyuncu karakterin arasından şöyle bir görünsün istiyoruz. Su molaları da onlardan biri. Yani öyle havalı bir biçimde ‘yabancılaştırma efekti yarattık’ filan gibi algılanıyorsa, hemen vazgeçelim
Mesela Moda Sahnesi’nde ben seyirci salona girdiğinde, en sahnede bekliyor oluyorum. Maçka’daki bir sahnemizde de gişede karşılayıp, yerlerini gösteriyordum. Hem bir beis görmediğimden hem de seyirci ile bir an da olsa tanışmak hoşuma gittiğinden. Böylelikle hem seyirciye hem kendine şunu hatırlatıyorsun; ‘Ben Erdem’im, siz sizsiniz. Birazdan burada, birlikte bir süreliğine bir şey yapacağız…’

‘SALINCAK, EN BÜYÜK DEKORUMUZ’
-  Metnin adı gibi sahnede de tehlikeli oyunlar oynuyorsunuz salıncakla. Neden salıncak nesnesini seçildi dekor (ve bir oyun aracı) olarak?
Salıncak, şuana kadarki en büyük dekorumuz. (gülüyor) Bizim reji tarzımız da oyunculuğumuz da hep daha fazla ‘azaltmak’, ‘sadeleşmek’ üzerine kurulu. Çünkü o yarattığın boşlukları seyirci zaten hayal gücüyle doldurabiliyor. Biz, hem beceriksizlikten hem de dekor yapacak bir atölyemiz olmadığından, provalara boş bir sahne ile başlıyoruz. Bunu da teorik bir altyapı ile entelektüel bir biçimde rasyonalize ediyoruz. ‘Zaten tiyatro değdin oyuncu-seyirci işi, dekora gerek yok’ diye. (kahkahalar)
Bu oyunun provalarına sandalye ile başlamıştık. Sonra Celal, o dönem bienalde gördüğü salıncaklı bir işten bahsetti. Eminönü’nden malzeme altık, yaptım ben salıncağı. Ama içimize sinmedi önce, ‘Dekor oldu bu!’ dedik. Hatta Celal provalarda sandalyeyi görünce, ‘Sonradan atarım ben bunu’ demiş. Ama öyle olmadı, bir oyuncu olarak benim –özellikle rüya sahnelerinde- çok işime yaradı. Salıncak, Hikmet’in o uçan kaçan, ayakları yere değmeyen kaygan zihnine de çok hizmet etti. Yani, salıncak tesadüf oldu ama sonra bu fikrin içini doldurduk.

- Sade dekor olduğu için ‘dekor kazası’ ihtimali de azalıyor.
Sahnede dekor düşmesi, gıcık tutması gibi türlü aksilikler olabiliyor. Yönetmenimiz Celal der ki, ‘Dua edin de öyle bir şey olsun!’. Çünkü o o geceye ait özel bir an olmuş olacak. Seyirci ile oyuncu arasındaki performans anı, sevişe gibi, dua gibi büyülü bir şey. Onu otomatiğe bağlamamak lazım. O buluşmaya da iyi hazırlanmak lazım. Çalıştıysan, hata diye bir şey yoktur. Repliğe de unutsan, ‘Pardon’ der geri alır, devam edersin. Sen samimi isen seyirci de bunu yüce gönüllü bir şekilde kabul eder.

“HALA SUFLÖR KULLANAN OYUNCULAR VAR!”
- Devlet ve şehir tiyatrolarında oyuncular, replikler, müzik, dekor her şey fazla bir keskinlik/netlik içinde. Alternatif tiyatrolar ise mekan/dekor/oyunculuk açısından bir sadelik/yalınlaşma içinde. Ne dersiniz?
 Yine ukalalığa başlayacağım ama… (gülümsüyor) İstisnalar kaideyi bozmaz ama hala suflör kullanan oyuncular var! Memuriyet mantığıyla yapıldığı için kötü oynuyorlar. Onu da dekorun ardına saklanarak, kostüm ve makyajla saklamaya çalışıyorlar. Büyük dekorlara, iyi makyajlara gerek yok. İyi oynuyorsan iyi oynuyorsundur. Tiyatrodaki büyüleyici şey, ne makyaj ne de dekordur, oyuncu ve seyirciden başka bir şey değildir. İyi olmak için çok çalışmak lazım. Çalışmayı da ‘Hı hı ezberledim rolümü’ demek sanırsan, dekora, kostüme, müziğe güvenirsin. Kendini kandırırsın. Alıcısı da olur ama… Artık yavaş yavaş seyirci de buna kanmıyor.

- Kitap uyarlamalarına ilk anda temkinli yaklaşır seyirci, ‘satırların büyüsü bozulur’ endişesiyle. Siz oyunu sahneye koyarken benzer bir endişe hissetmiş miydiniz mi?
Dediğim gibi, yaptığımız şeyi beğenmezsek, yapmama lüksümüz vardı. İçimize sinmezse oynamayacağımız kesindi. Öyle bir rahatlık vardı. Fakat, iyi bir iş olacağını en baştan seziyorduk. Işığı gördük, kazmaya ve provalara devam ettik. Oğuz Atay fanatiklerinin ne diyeceğini çok kafaya takmadık. O kişilerden de oyunu izleyen çok oldu. Arkadaşının zoruyla gelenler mi dersin, kapının yanına oturanlar mı, nasıl da kötü bir şey yaptığımızı görmek için gelenler mi… Ama sonrasında bunlar itiraf edip, oyunu beğendiklerini söylediler.
Gerçi biri bana dese ki 2 buçuk saatlik Oğuz Atay oyunu yapmışlar, hem de tek kişilik. İtiraf edeyim ki ben de gitmezdim! Yani gidebilmem için çok iyi bir referans gerekirdi.

- Ekşi Sözlük’te biri ‘Romanı oynamış gibi değil romanın içinden fışkırmış gibiydi…’ yazmış. Ne dersiniz bu yoruma?
Ne oynuyor olursak olalım, derdimiz bu oyuna imza atmak, ‘Nasıl da yorumlamışlar!’ filan dedirtmek değil. Hatta Celal bilakis kendini silmeye çalışan bir yönetmen ki oyuncusuna da bunu tavsiye diyor.
Bir oyunu çalışırken yöntemimiz, o havuzun içine dalmak oluyor. ‘Şimdi bu eseri böyle yorumlayacağız’ felan demek yerine. Sonra o havuzdan çıkıp, oynuyoruz. O izleyicinin ‘fışkırmak’ diye tarif ettiği tam da bu bence. Bir parça da olsa yorumumuz varsa, o da havuzdan çıktıktan sonra silkindiğimizde saçılan damlalardır. –ki onlar de o havuz ait aslında-

- Çevremdeki insanların görüşlerine, sosyal medyadan edindiğim izlenimleri ve kişisel görüşümü de ekleyip söylersem; şapşahane, bambaşka bir oyun… Sizce, biz seyircilere bunu söyleten ne?
Bence Oğuz Atay... Biz kötü bir uyarlama yapmadık, Atay’ın ruhunu tekrar ayağa kaldırabildik o anlamda.  İnsanlar Antik Yunan tragedyalarında ne buluyorlarsa, bu oyunda da onu buluyorlar esasında. Karakter kibrinden dolayı düşüşü, oyunun alt metnindeki ‘haddini bil’ vurgusu’ ve bizim bundan ders almamız…
Hikmet’te de kibir var. Elde ettiği kadından şımarıkça sıkılması, bunu ele veriyor mesela. Bunu ‘Küçük burjuva evliliğinin sorunlarından bunalmıştı’ diye de yorumlayabiliriz. ‘Sevgi’ye de biraz emek harcayabilirdi’ de diyebiliriz.
İnsan kendini buluyor, romanda da oyunda da. ‘Ya evet Erdem olarak ben de bu haltları yiyorum seyirci, sen de. Ama bunları böyle yapmasak, kendimize çeki düzen versek’ filan. Bir nevi seyirciye tavsiye bu. Hikmet gibi delirip intihar etmiyoruz ama bizim için de tehlike hep orada. Ama bu bir oyundu demek sağaltıma ol açıyor. Antik Yunan’daki gibi kibirli karakter ölüyor, seyirci de ‘Oh benim başıma gelemedi, dersimi aldım’ deyip çıkıyor. Kendi kibrimize gülerek hafifliyoruz. Bu biraz bizi ‘eğitiyor’ da..

- Belki de seyircilerin arasında pek çok Hikmet vardır.
Oyunda kendilerini görüyorlar ve kendilerine gülme şansı buluyorlar. Ve yalnız olmadıklarını  görüyorlar. Bence biz, ‘Yalnızım, bütün dünya bana karşı’ diyen pek çok insanı tanıştırıyoruz bir nevi. 3 saatliğine, bilişsel düzeyde arkadaş oluyorlar. 

- Oyunu henüz izlememiş seyirci bu oyunda neyi bulacak/neyi görecek/hissedecek?
Gelmek istiyorsa gelsin, oyun fena değil! (gülüyor). Ben de tiyatroya gitmeyi çok seven biri  değilim. Ne kadar da iyi duygulandığını bize gösteren oyunculardan nefret ediyorum, oyuna ne kadar iyi imza attığını göstermeye çalışan yönetmenlerden de. Samimi bir şekilde bir şey anlatan oyunları, kendini bize açan oyuncuları seviyorum. Biz de bu oyunda en azından bunu yapmaya çalışıyoruz. Oğuz Atay da bunu yapan romancılardan.
Romanı okuyan da okumayan da gelebilir oyuna. Zira romanda bağımsız başka bir eser, özgün bir sahne çevirisi oldu bu.‘Romanı okudum, tiyatrosunu izlemeye gerek yok’ diyenler gelsin. Oyunu izlemiş olanlar da mutlaka romanı da okusun. Romanı okumayanlar da oyuna gelsin. (kahkahalar)

- Son sorum biraz afaki; sizce Oğuz Atay bu oyunu izlese ne düşünürdü?
Severdi gibi geliyor. ‘Aa ben tiyatro yazmışım…’ diye sevinirdi sanırım. Keza, ilk eşi Fikriye hanım birkaç kere izledi oyunu ve ‘Oğuz yukarıdan seyrediyordur, sevinmiştir...’ dedi.

 

ARŞİV