1938'in Kadıköyü

1938’in Kadıköy’üne gidiyoruz bu ay, çünkü köşemizde Safiye Erol’un “Kadıköyü’nün Romanı” kitabı var...

06 Eylül 2019 - 11:42

Roman hem Kadıköy’ün eski halleriyle karşılaştırıyor bizi hem de eski yaşam biçimlerini, ilişki tarzlarını görmemize yardımcı oluyor.

Romanın başkahramanları arasında Bedriye, Burhan, Necdet ve Nesrin var. Bu dörtlü başlangıçta arkadaş gibi gözükse de sonraları bazılarının aralarındaki ilişki yakın ilişkiye dönüşecek türde.

Hakiki aşkta daima bir ölen, bir de öldüren var(mı)dır

Aralarında hayatla ilgili konuştukları bir gün Burhan, hayatın ölmek ve öldürmek üzerine kurulu olduğunu, acımaya yer vermediğini ifade ederken gruptan bir başka arkadaş Orhan bu tarifin korkutucu olduğunu söyler ve hayatın anlamının aşkta saklı olduğunu dile getirir. Bunun üzerine Burhan şöyle der: “O aşk dediğiniz nesne de gene ölmek ve öldürmektir. Hakiki aşkta daima bir ölen, bir de öldüren vardır”. Gerçekten de öyle mi? Taraflardan biri hep daha mı çok verir? Hayat bir verme-alma döngüsü içinde mi akar?

Etrafa baktığımızda çoğu kez gördüğümüz budur aslında. Hatta sadece aşka özgü de değildir bu. Aşkta da, içinde bulunduğumuz başka türden ilişkilerde de ölür ya da öldürürüz, ama doğru olan bu mudur? Tekrar düşünmemiz gerekiyor.

Aslında Burhan’a daha yakından baktığımızda onun aşk hakkında neden böyle düşündüğünü daha rahat anlayabiliyoruz. Yine Burhan’a kulak verelim o halde: “(...) Bence hayatta duygu hiçtir, iş her şey. İnsan görmeli, anlamalı, iş başarmalı. Bir zamanlar (...) âşıktım, çok çektim, ölüyordum. Belki de öldüm. Belki de bu şimdiki halim, bir nevi taşlaşmak neticesidir”. Hemen ardından okuduğumuz Burhan’ın kadına bakışı da şaşırtmıyor bizi: “Kadın, evli bir adam için bir arkadaş, evin hanımı, çocukların annesi olmalıdır. Bekâr adam için de iş zamanından gayri vakitlerde bir eğlence. Kadına fazla yer vermek isteyen, kadınla bir ruh birliği kurmaya özenen erkek muhakkak bedbaht olur. Ben böyle düşünüyorum, belki yanlıştır. Fakat bu düşünüşle ömrümden haşeratı attım. Hürriyetimi elde tuttum ve rahat ettim”.

Bütün bunlara rağmen, daha sonraları mutlu olamayacak olsa da, Bedriye Burhan’la evleniyor. Oysa Bedriye’nin küçükken tanıdığı, onu kardeşi gibi gördüğü Necdet’in daha gerçek ve içten duyguları var. Necdet Bedriye’ye hissettikleriyle ilgili şöyle diyor: “Bir o var, bir de ben varım. Bir de ikimizden ayrı müstakil bir şahsiyet, bir kuvvet var: Sevmek. Sevmenin onunla ve benimle alakası yoktur. Dedim ya ayrı bir varlık. Benim üstüme çöktü, nasibimmiş. Buna kimse karışamaz. Bana bu kumanda yüksek bir makamdan geldi. Dünyada tabiat kanunları olduğu gibi aşk kanunları da vardır. Ve bunlar tabiat kanunlarından daha korkunçtur. Çünkü onları akılla tahlil edip mücadele açıyoruz”. Necdet’in hissettiklerini ifade etmesinde problemler var tabii, ama sevgisinin daha içten olduğu kesin.

Kitapta kadın-erkek ilişkileri, erkeğe ve kadına yüklenen roller, beklentiler çok sık karşımıza çıkıyor. Hatta kitabın tamamı bunlar üzerine kurulu diyebiliriz. Ayrıca, kitapta o dönem için önemli görevlerde bulunan insanların kişisel hayatlarında nasıl sorunlarla karşılaştıklarını da görebiliyoruz.

“Beşeri meselelerin hiçbiri derin bir ciddiyete layık değildir; fakat...”

Kitabın son cümlesi işte bu sorunlara cevap veriyor:  “Beşeri meselelerin hiçbiri derin bir ciddiyete layık değildir; fakat”... Hepimizin aklından zaman zaman geçer bu: Unutmak, sorunlara odaklanmak yerine bizi mutlu edecek şeylere yönelmek. Ama hep mümkün olabilir mi?

Adım adım Kadıköy sokaklarında buluyoruz bir yandan da kendimizi. Bazen Yoğurtçu’ya bazen Kuşdili’ne bazen Şifa’ya bazen de Moda’ya uzanıyoruz. Kadıköy’ün o dönemdeki halinin anlatıldığı paragraflar çok sık karşımıza çıkıyor. Bedriye’yle Necdet Şifa’da oturup konuşuyorlar mesela: “Bedriye ile Necdet, Şifa’nın denize en çok çıkıntı yapan burnunda bir bodur sakız ağacının dibinde oturmuşlardı. Konuşuyorlardı. Yoğurtçu tarafından tek tük sandallar çıkıyor, derenin ağzına gelince bazısı Kalamış sahillerini takip ediyor; diğerleri Şifa, küçük Moda kıyıları boyunca Moda’ya doğru ilerliyordu”.

Yazar 1938’in Kadıköy’ünü Orhan’ı konuşturarak anlatmayı da ihmal etmiyor: “Şu Kadıköy ne acayip yerdir. Pek hususi bir rengi var. Bir defa güzeller memleketidir. (...) Hiçbir semtte bu kadar güzeli bir arada göremezsiniz. Kadıköy fakat yalnız güzel değil pek çok da antikalar yetiştirir. Nevi şahsına münhasır ne kadar insan varsa hep bu toprağın mahsulü, hep bizim köylü (...)”.

İşte bunlarla şekillenen bir roman Kadıköy’ünün Romanı. Hem bir Kadıköy resmi çiziyor hem de insanların yaşamlarına, ilişkilerine yolculuğa çıkarıyor bizi yazıldığı dönem içinde.


ARŞİV