Kadıköylü yönetmen Özcan Alper ile son filmi Rüzgârın Hatıralarını konuştuk. Alper, “Film, politik hikâyenin yanı sıra bir yönüyle kişisel bir anne oğul ilişkisi gibi okunabilir” diyor
Erhan DEMİRTAŞ
Sonbahar ve Gelecek Uzun Sürer filmleriyle ulusal ve uluslararası birçok festivalden ödüller kazanan Özcan Alper’in son filmi Rüzgârın Hatıraları bu hafta gösterime girdi. Çekimleri İstanbul, Artvin ve Batum’da gerçekleştirilen film, çevirmen ve ressam Aram’ın İkinci Dünya Savaşı döneminde, siyasi nedenlerle hayatını kurtarmak için İstanbul’dan kaçışını konu alıyor. Sonbahar ve Gelecek Uzun Sürer filmlerinde bireysel hesaplaşma ve yüzleşme konularını işleyen Alper, Rüzgârın Hatıraları’nda da aynı izi takip ederek ülke tarihinin karanlık dehlizlerinde gezinmeye devam ediyor.
Uzun yıllar ünlü yönetmen Theodoros Angelopoulos ile beraber çalışan Andreas Sinasos, Rüzgârın Hatıraları’nın görüntü yönetmenliğini yaptı. Sinasos, 52. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde en iyi görüntü yönetmeni ödülünü aldı. Karadeniz’in eşsiz doğası Sinasos’un fırça darbeleriyle benzersiz bir tabloya dönüşüyor. Sovyet-Gürcistan sınırındaki bir orman köyünde sıkışıp kalan Aram ve diğerleri için doğa geri dönüşü olmayan karanlık koridorlarına açılan kapılar olarak beliriyor.
İlk defa bir dönem filmi çeken Kadıköylü yönetmen Özcan Alper ile yaptığımız söyleşide, dönem filmi yapmanın zorlukları ve hala kanayan acılar üzerine konuştuk. Rüzgârın Hatıraları’nın önceki filmlerinden bağımsız olmadığını ifade eden Alper, “Tanıklık ve toplumsal hafıza oluşturma temaları etrafında düşünürsek, Rüzgârın Hatıraları’nın üçlemenin son filmi olduğunu söyleyebilirim” diyor.
“ÜÇLEMENİN SON FİLMİ”
• “Sonbahar” ve Gelecek Uzun Sürer” filmlerinizde yüzleşme ve hesaplaşma konusu işleniyordu. Rüzgârın Hatıraları’nı da bu çerçevede değerlendirmek mümkün mü?
Evet. Aslında Sonbahar, Gelecek Uzun Sürer ve Rüzgârın Hatıraları’nı yüzleşme, tanıklık ve toplumsal hafıza oluşturma temaları etrafında bir bütün olarak düşünebiliriz. Bu üç filmin birbiriyle tematik olarak bir bütünlüğü var. Ama Rüzgârın Hatıraları’nda söylemek istediğim başka bir şey var. Bütün bu toplumsal alanla beraber kişisel bir yüzleşme ve hesaplaşma çabası da mümkün. Filmi böyle de okumak gerekiyor. Film, politik hikâyenin yanı sıra bir yönüyle kişisel bir anne oğul ilişkisi gibi okunabilir. Filmin hikâyesini din, dil ve ırk fark etmeksizin başka başka coğrafyalarda geçebilen bir hikâye gibi düşünüyorum.
• İlk defa bir dönem filmi yaptınız. Türkiye’de dönem filmi çekmenin hem ekonomik hem de sinematografik zorlukları olduğu söylenir. Siz sorun yaşadınız mı?
Türkiye’de dönem filmi yapmanın maalesef hep farklı zorlukları oluyor. Bunun için en temel sorun işin ekonomik tarafı olarak gösterilir. Bu belirli oranda doğru bir tespit. Ancak işin daha farklı bir boyutu var. İstanbullular ve Kadıköylüler de bilir ki; kentsel dönüşümün çok yoğun devam ettiği bir ülkede ve şehirde yaşıyoruz. Semtimiz ve mahallemiz çok hızlı bir şekilde değişiyor. Şehirlerde ciddi bir restorasyon ve koruma anlayışı olmadığı için Türkiye’de mekan bulmak çok güç. Bu bir yönetmen için ciddi sorunları beraberinde getiriyor. Bu sebeple biz de filmi çekerken farklı yöntemler bulmaya çalıştık. Minimal çözümler geliştirip sorunları büyük oranda hallettik. Mesela, bazı İstanbul sahnelerini Gürcistan’da çektik.
ARAM’IN HİKÂYESİ SÜRÜYOR
• İlk filminiz Sonbahar’da doğa özgürlüğe açılan bir alan olarak karşımıza çıkıyordu. Rüzgârın Hatıraları’nda ise yine karşımızda eşsiz güzellikte bir doğa var ama karakterler doğanın içinde hapis hayatı yaşıyor. Bu bilinçli bir tercih miydi?
Sonbahar’da doğa, karakterin iç dünyasına eşlik ediyordu. Doğa ile beraber karakterin iç dünyası da değişiyordu. Sonbahar’da daha izlenimci bir metot izlemiştik. Son filmde ise dramatik olarak ve filmin biçiminden kaynaklı doğayı daha farklı kullandım. Doğanın kendisini romantizmden çıkartıp hapishaneye dönüşmesini sağladık. Aram, şehirden kaçmak zorunda olan bir karakter. Kalabalıktan ve emniyetten kaçıp doğada özgür olacakken, dağların ve ormanın içinde küçük bir kulübede saklanmak zorunda kalıyor. Aram için yaratılmak istenen hapis hayatının doğada da devam ettiğini söylemek mümkün. Hapishane aslında her yerde kendini farklı şekillerde devam ettiriyor. Filimdeki karakterlerin kendi iç dünyalarında da nasıl hapishaneler inşa ettiklerini göstermek istedim.
• Filmin sonunda Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz ve Walter Benjamin’e teşekkür ediyorsunuz. Bu isimlerin filmle nasıl bir ilişkisi var?
Filmin sonunda sadece saydığın isimlere değil; Aram Pehlivanyan, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali, Krikor Zohrab, Stefan Zweig’e de teşekkür ediyorum. Yaşadıklarıyla, yazdıklarıyla ve çizdikleri ile bu filme ilham verenlere teşekkür etmek istedim. Film tek bir kişinin hikâyesi gibi gözükse de bu isimlerin yaşadıklarından, yazdıklarından esinlendik. Bu anlamda bu bir dönem filmi değil. Totaliter sistemler hala devam ediyor ve aydınlar, entelektüeller baskı altında. Bu film de, Aram ile beraber bugün baskı altında olan aydınların ve yazarların filmi.
Yaşar Kemal ile ilgili özel bir durum var. Aram’ın çocukluk hatıralarını oluştururken, Yaşar Kemal’in özel anlatılarından yararlandım. O’nun anlattığı bir hikâyeyi kullandım ama o bölümü çekmemeye karar verdim. Bu toprakların en büyük yazarlarından biri Yaşar Kemal’in de filmi izlemesini çok isterdim. Ama filmi izleyemeden aramızdan ayrıldı.
• Filmde İkinci Dünya Savaşı’nın derin etkilerini görüyoruz. Fiili olarak savaşa girmeyen bir ülkede savaşın etkilerinin bu şekilde hissedilmesi şaşırtıcı değil mi?
Filmi izlemeyen seyirciye çok da fikir vermek istemem ama şunu söyleyebilirim: O dönem çok kritik bir dönemdir.
Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Franz Von Papen, Türkiye’nin Dışişleri Bakanı gibi faaliyet yürütmüştür. Hatta o dönem sinemalarda Almanya yanlısı filmler oynatılıyor. O dönemin gazete manşetlerine bakarsanız bunu çok açık şekilde görebilirsiniz.
1941 yılında bütün gayrimüslimleri hedef alan bir uygulama getiriliyor. 20 ile 50 yaş arası gayrimüslim erkekler kamplarda esir olarak çalıştırılıyor. Erzurum Aşkale’de çalıştırma kampları kuruluyor. Almanya’da Yahudilere uygulanan bir yöntem olan Varlık Vergisi Türkiye’de de yürürlüğe konuyor. Film bu anlamda o döneme ışık tutmaya çalıştı.
“BÜYÜK SİNEMALAR OLMALI”
• Kadıköylü bir yönetmen olarak, Kadıköy’de sinema alanında gördüğünüz eksikler neler?
Sonbahar filminden beri özellikle bu tarz nitelikli filmlerin seyirciye ulaşması için çok uğraş veriyorum. Çok açık ki devletin de hükümetin de sinema alanında özel bir politikası yok. Ulusal bir film merkezi olmaması bunun en açık örneği. Farklı şehirlere gidip seyirciye ulaşmaya çalışıyoruz. 20 yıldır Kadıköy’de yaşıyorum. Maalesef Kadıköy’de büyük bir sinema salonu yok. Bu Kadıköy ve Kadıköylüler için büyük bir eksik. Bu eksiğin kısa zamanda tamamlanması gerek. Hem yönetmen olarak hem de Kadıköy sakini olarak böyle bir talebim var. Rüzgârın Hatıraları’nın galasını Kadıköy’de yapamadım ama umarım yeni filmin galasını Kadıköy’de gerçekleştiririm.