Ahmet, mavi, sevgi, 14 Şubat...

Bu hafta, Kadıköy Belediyesi Barış Manço Kültür Merkezi’nde Yaratıcı Yazılar, Senaryo ve Sinema Atölyesi’nde ortaya çıkan üçüncü ve son öyküyü yayımlıyoruz.

27 Mayıs 2016 - 14:47
Bu hafta, Kadıköy Belediyesi Barış Manço Kültür Merkezi’nde Yaratıcı Yazılar, Senaryo ve Sinema Atölyesi’nde ortaya çıkan üçüncü ve son öyküyü yayımlıyoruz.
Gonca Gülay’ın, aşağıda ilk paragrafı verilen konuya göre yazdığı öyküyü keyifle okumanız dileğiyle…


İstanbul’da soğuk ve ıslak bir Şubat gecesinin başlangıcı. Yoğun trafik. Giderek daha tıklım tıklım olan minibüste en önde oturuyorum. Bir kaynaşma, “tutun düşüyor” diye bağıran bir kadın sesi… Yere yığılan bir genç kız. Kaldırıyorlar, boşaltılan bir koltuğa oturtuyorlar. Genç kız baygın. Bir kadın su içirmeye çalışıyor. Bir başkası, başına su döküyor. Biri, ağzına kesme şeker sokmaya çalışıyor. Biri; “Çabuk hastaneye” diye sürücüye bağırıyor… Ben, ona bakıyorum. Gencecik zavallı! Kendine geliyor. Simsiyah panik gözleri, kömür karası saçları, beyaz güzel mi güzel yüzü… Bir hüzün çöküyor yüreğime. “Kim bu kız? Dramı ne?”
Gözlerimi aralıyorum, bembeyaz bir ışık var sadece. Neredeyim, bilmiyorum.“Hasta kendine geldi” diyor birisi. Kalkıp etrafa bakmak istiyorum, ama ne mümkün! Sanki başımın üzerine onlarca kilo ağırlığında taş koymuşlar, kıpırdayamıyorum. Demek ki yine kriz geçirmişim. Alışkanlıklarını kabullenen insanların sakin tavrıyla “ne kadar da sıklaştı bu bayılma nöbetleri, bakalım nereye kadar devam edecek?” diye düşünüyorum. Bir taraftan da “Ben hasta değilim, bırakın gideyim!” diye haykırmak istiyorum. “Hastayım” desem, başıma gelecekleri biliyorum çünkü. Sesim çıkmıyor pek. Biraz daha dinlenmem lazım sanırım. Boğazımda gıcık da var. Bir su veren olsa da içsem keşke... Beyaz giysili güzel bir hemşire yüzüme doğru eğiliyor ve tatlı sesiyle “aramıza hoş geldiniz” diyor. Susuyorum; kaçıncı gidişim ve kaçıncı dönüşüm bu, bir bilse... Sanki aynı güzergâhta hiç durmadan ring seferi yapan halk otobüsü gibiyim son zamanlarda. Öte yanla bu yan arasında soluksuz bir trafik benimkisi. “Allahtan şoför arabesk müzik dinlemiyor, yoksa bu yolculuklar ne kadar çekilmez olurdu” diyorum sesli sesli. “Şu halimde bile espri yapabiliyorum ya, bravo bana” diye de gülümsüyorum bir taraftan. Söylediklerimin hasta sayıklaması olduğunu düşünüyor demek ki, duymazdan geliyor güzel hemşire “Çabuk toparlandınız” diyor. “Evet, trafik yoktu bu sefer!” diyorum. “Anlamadım” diyor, “Önemli değil, yol” diyorum, “kısa sürdü.” Şaşkın şaşkın bakıyor yüzüme, “Amaan boşverin, ben de anlamıyorum zaten!” diyorum.
 “Bu sefer nerede yakalandım acaba?” diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Hafızamı zorluyorum. Birbiriyle bağlantısız görüntüler beliriyor; sedyede baygın yatan ben, etrafımda koşturan insanlar, “Kız ölüyor, çabuk hastaneye sür!” diyen bir çığlık! Başımdan dökülen soğuk su, sarsıntı, sonra buğulu bir beyazlık... Bir ara gözlerimi açtığımı anımsıyorum, tanımadığım birisi kesme şeker mi tıkıştırmaya çalışmıştı ağzıma! Yok canım, yanlış hatırlıyorumdur diye düşünüyorum. Biraz daha zorluyorum hafızamı, evet dolmuştaydım en son, tabii ya, sahiden de birisi kesme şeker yedirmeye kalkışmıştı. Hatta yanılmıyorsam muz yedirmek için çabalayan birisi de vardı yolcuların arasında.
Direndim tabii ki, yemedim hiçbirini. Baygın da olsam yemem, prensiplerim var. Dört beyazdan uzak dururum hep. Un, şeker, tuz, bir de buz... Rakıya bile buz atmam! Birden silkelenip “Off, kes be kızım saçmalamayı da ne yapacaksın onu düşün sen!” diye kızıyorum kendi kendime. “Buradan bir an önce çıkmazsan, kobay faresine çevirmeye kalkacaklar seni!“ diyorum. En son bayıldığımda, kolumdan aldığı kanı görünce gözleri faltaşı gibi açılmıştı genç doktorun. Uzaylı görmüş gibi davranmıştı bana, kan tüpünü kapıp kaçmıştım apar topar. İyi de ne yapabilirim, ben de böyle bir insanım işte. Alıştım bu halime! Hem kime ne zararım var ki; azıcık bayılıyorum, bıraksalar 15 dakika sonra ayılıyorum kendi kendime o kadar. Soranlara da “astral yolculuk vaktim gelmişti, bilet yakmayı sevmem” diyorum.
Aval aval bakıyorlar genelde. Bıktım çünkü insanların bana tuhafmışım muamelesi yapmalarından, ayılınca acıyan gözlerle bakmalarına ise gerçekten de tahammülüm yok. Onlar böyle yaptıkça kötülük yapasım geliyor hep, alay edesim geliyor. Oysaki böyle olmak istemiyorum ki ben, zorlamasalar... Hemşire bir şırıngayla geliyor, eyvah hemen bir şeyler yapmam lazım. “Tuvalete gitmeliyim” diyorum hızla kalkarak, “Biraz kan alacaktım, tahlil için” diyor. “Tuvalete gideyim, dönüşte alırsınız“ diyorum. Bu bayılma huyum çıktığından beri çanta taşımadığım için kafam rahat. Eski zaman kadınları gibi iç çamaşırımın içinde taşıyorum paramı ve kimliğimi, nerede bayılacağım belli olmuyor çünkü. Ayılınca bir de çanta derdine mi düşeyim yani! İnsan bukalemun gibi, her şeye alışıp adapte olabiliyor. Ben de babaanne yöntemiyle kendimce önlem alıyorum böyle işte.
Hemşire görmeden yokluyorum çamaşırımı, evet para ve kimlik duruyor. Şimdi şüphe uyandırmadan buradan kaçmam lazım. Yavaşça kalkıyorum, “tuvalet nerede acaba?” diyorum hemşireye, “odadan çıkın, soldan devam edin, koridorun sonunda göreceksiniz” diyor. Gerçekten de dediği gibi yapıyorum. Aynada kendime çeki düzen vereyim, öyle çıkayım bari. Hasta yakınıymışım gibi... Devlet hastanesindeyimdir inşallah diyorum. Özel hastanelerde güvenlik müvenlik insanı rahat bırakmazlar, fatura ödemeden çıkartırlar mı hiç! Tuvalete giriyorum, aynada kendime bakıyorum. Sorun yok, turp gibiyim, bir de rujum olsaydı iyi olurdu gerçi. Buna da bir çözüm bulmam lazım, boynuma kolye gibi minik bir kese mi assam, içine ruj, rimel falan koyarım. Terden ıslandığı için rengi iyice siyahlaşmış görünen saçlarımı parmaklarımla tarayıp, sonra da kaşlarımı düzeltiyorum. Tamam, artık çıkabilirim.
Sakin sakin açıyorum kapıyı, sağa sola bakıyorum, karşıda merdivenler var. Koşmayan ama hızlı yürüyen telaşlı hasta yakını gibi merdivenlere yöneliyorum. Bir kat, iki kat ve nihayet zemin görünüyor. Güvenlik memuru cep telefonuyla meşgulken, teknolojiye içimden teşekkür ederek yavaşça süzülüyorum kapıdan. Çıkar çıkmaz büyük bir nefes alıp içime çekiyor, olanca gücümle o nefesi dışarıya veriyorum. Arındığımı hissediyorum ve hızla uzaklaşıyorum hastanenin sokağından. Biran önce kaçmam lazım bu şehirden! Eve gidip eşyalarımı toplamalıyım. Ahmet ne olacak ya? Bir yerlerden telefon bulup O'na ulaşmam lazım. Telefonumu cebime koymuştum ama demek ki bayılınca düşmüş. Offf, ne garip dertlerim var. Anlatsam gülüp geçerler, anlamazlar kendi pencerelerinden baktıkları için ama, gerçekten de benim ne acayip sorunlarım var böyle! Ayrık otu gibiyim resmen, bir insan ötekilerden nasıl böyle farklılaşabilir? Oysa dışarıdan nasıl da aynı görünüyoruz... Düşünceler arasında boğulup yine her şeyi berbat etmemeliyim, evet bu sefer başarmak zorundayım!
Yeterince param var nasılsa, taksiye binerim, mahalleye gelince bakkaldan ararım Ahmet'i, bir yalan uydururum. Bugün bu işi halletmem lazım.
Böyle düşünceler arasında dalıp gitmişken bir taksi geçiyor, hemen durduruyorum. Biniyorum ve adresi söylüyorum. Adam “sahilden mi gidelim?” diyor, “Sahilden” diyorum istemsizce, bildiğimden değil; biliyormuş gibi davranmam gerektiğinden. İnsanlar bir şeyi gerçekte bilip bilmediğini sorgulamıyor ki, sadece emin misin ona bakıyor. “Mış” gibi davranmak yetiyor yani. Kendine güvenli görünürsen, zaten onlar da sana pek bulaşmıyorlar. Şimdi “yolu bilmiyorum” desem, kimbilir taksici beni nasıl kandırır! O hemşire acaba kanımı görseydi “aramıza hoşgeldiniz” lafını geri alır mıydı? Muhtemelen alırdı, hatta beni tanıdığına pişman bile olurdu...
Bazen sonucunu bildiği durumları yaşamak istemez insan. Ahmet'ten uzaklaşmalıyım. İnsan en sevdiğini, onu çok sevdiği için terk edebilmeli. Yarın 14 Şubat, sadece sevgililer günü değil, Ahmet’ten ayrılışımın 1. günü! Seneye bütün dünya sevgilisiyle elele sevgisini kutlarken, ben Ahmet'i böyle özel bir günde özgür kılmanın şerefine tek başıma kadeh kaldırıyor olacağım. Ahmetse beni bekliyor heyecanla, yarın kan verip evlilik formalitelerini halledeceğiz sanıyor. Ah Ahmet, ruhum, hayatımın en anlamlı sözcüğü...
Seni nasıl sevdiğimi içimde götüreceğim bu sefer de, bütün yolculuklarımda yaptığım gibi... Nasıl katlanacağım sensizliğe, nasıl geçecek günler, geceler... Sevgililer gününde seni terk ettiğim için beni hiç affetmeyeceksin belki de! Ahmet, bir dakika ne oluyor, bu sarsıntı ne? Yavaşlasana biraz! Dursana, ne yapıyorsun! Şoför kan ter içinde “Adam kendini attı arabanın önüne ya!” diyor. “Sussana be!” diye bana bağırıyor! Tok bir ses duyuyorum. Şiddetli bir sarsıntıyla savrulurken koltuğu tutuyorum sıkı sıkı… Kafamı çarpmıyorum, bilincim yerinde. Araba duruyor, kalp atışlarım hala çok hızlı. Yan yatan arabanın ön camında masmavi bir leke görüyorum. Yerdeki adam... Nasıl yani, Ahmet, mavi, sevgi, 14 Şubat...

 


ARŞİV