Anais Martin: 'MODA'DA 72 MİLLET BİR ARADA'

Doğduğundan beri Moda’da yaşayan ve buradan ayrılmayı hiç düşünmeyen opera sanatçısı ve yazar Anais Martin, son kitabında işlediği Moda’yı ve semtle ilişkisini Kadir İncesu’ya anlattı.

14 Ağustos 2014 - 15:02
Anais Martin doğma büyüme Modalı… Opera sanatçısı ve yazar… Hem büyükler hem de çocuklar için yazıyor. Anais Martin “Her Yer Resim Gibi Küçük Moda” adlı kitabında Moda’yı anlattı. Anais Martin ile kendi yaşamı ekseninde Moda’yı konuştuk.

Kısa bir Moda tarihi ile başlayalım mı?
Moda’dan söz ederken zaten ‘azıcık’ Moda’nın tarihî geçmişinden söz etmemek olası değildir. Khalkedon’un, Kadıköy’ün eski adı olduğunu artık çoğu kimse öğrendi diye düşünüyorum. Bilinmeyen ise Kadıköy ile Moda’nın tarihlerinin tam bir sarmal olduğudur. Moda; Fenikelilerden bu yana varlığını sürdüren bir liman olmuş. Fenikeliler Moda burnunu ticaret iskelesi olarak kullanmışlar. Belki de bu nedenle Moda’dan Altıyol’a kadar nerede yeni bir inşaat için temel kazılmaya başlansa toprağın alt tabakalarında mutlaka antik çanak çömlek çıkarmış.

Moda ile çocukluğunuzdan anımsadığınız anılar neler?
Günümüzün çocuklarıyla kıyaslandığında kendimi şanslı addediyorum. Çünkü bizler (yani benim kuşağım) oldukça renkli bir çocukluk yaşadık. Öncelikle çok zengin insan mozaiği içinde büyümenin kazandırdıkları var ki bunları hiçbir okul öğretmez. Sokakta oynamak, üstelik hani derler ya “72 millet bir arada” diye... İşte tam öyle bir ortam vardı Küçük Modamda, mahallemde ve Moda’nın her köşesinde. Biz çocuklar birbirimize hem çok bağlıydık hem de birbirimizi çok severdik. Anne-babalarımız da bizler gibiydiler. Çok sıcak komşuluk ilişkileri vardı. Biz Eleni, Niça, Kosta, Kirkor, Varujan, Tanya, Tuncay, Hüseyin, Feray ve daha bir sürü çoluk çocuk mahalleyi ayağa kaldırırdık, yine de komşu teyzeler bizlere hiç kızmazlardı. Herkes birbirinin evine paldır küldür girerdi. Bizleri kollayan teyzeler vardı. Bunlardan sadece bir tanesinden söz ederek noktalayacağım bu yanıtı. Bizim evin hemen yan sokağında Iraklı Prenses diye anılan (belki de gerçek bir prensesti) Belkıs Teyzemiz vardı. Çok istedikleri halde eşiyle çocuk sahibi olamamışlardı ama mahallenin tüm çocuklarını sahiplenmişlerdi. Belkıs Teyzemiz pencereden bizleri gözler ayrıca akşamüstü bizleri kurabiyeler, ev limonataları ile şımartırdı. Işık içinde uyu Belkıs teyzem.

Moda’da doğup büyümeseydiniz yaşamınızda neler eksik olurdu?
Eğer annemin, babamın, büyük dayımın çocukluk ve gençlik yıllarında doğup büyümüş olsaydım Moda ya da başka bir yer pek değişmezdi diye düşünüyorum. Dayıma sorarsanız “Atamız bizlere cenneti yaşattı” der. Bana gelince, benim için Modalı olmak çok onur duyulacak bir şeydi ve hep öyle olacak. Moda hemen hemen Türkiye’nin her köşesine bilim adamı, ressam, müzisyen, edebiyatçı, şair ihrac etmiş bir yerdir. Sizce bunun çok kültürlü bir yaşam sürmüş olmakla bağlantısı olabilir mi? Benim yanıtım: “Evet” çünkü bilgi alışverişi kendi içine kapanık yaşamakla elde edilemez! Modalı adalı gibi yaşar yani Moda sanki kendi içine çekilmiş gibidir ama Modalıların en önemli özelliği dışa dönük yanlarının çok gelişmiş olmasıdır. Ben bu özelliği zamanında çok fazla Avrupalı ailenin Moda’da yaşamış olmasına bağlıyorum. Modalı İngiliz Whithall ailesi örneğin, futbolu Türkiye’ye getiren aileymiş. Fransızlar Moda Caddesi’nin hemen başında, şimdi Akşam Kız Sanat okulu olan yere taş bir okul binası yaparak Kız Lisesi açmışlar. Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkün çünkü İtalyanlar, Beyaz Ruslar derken pek çok şey anlatılabilir. Ben, ailemden duyduğum Moda / Küçük Moda öykülerinin bir bölümünü Küçük Moda kitabımda anlatmaya çalıştım. Ben de çok dışa dönük ve meraklı biriyimdir. Çocukluğumdan beri her şeyi merak eder, öğrenmek isterim. Aile dostlarımızın yerli, yabancı ailelerden oluşması sanırım gelişme çağlarımda beni çok etkiledi. Üç yaşında piyano başına oturtulmuş ve bir yandan da başka diller konuşmaya başlamış bir küçük kız olarak yaşamımın başladığı düşünülürse bunca olanak başka bir yerde doğmuş bir çocuğa sunulabilir miydi diye düşünmeden edemediğim çok zaman olmuştur.


Altıyol’daki ünlü Boğa Heykeli’nin heykeltıraşıyla ilgili minik sırrınızı Gazete Kadıköy okurlarıyla paylaşmak ister misiniz?
Ailemin heykel merakı yakınlarımız ve aile dostlarımız tarafından çok iyi bilinir. Ben de doğal ki o ailenin bir ferdi olarak heykelin ne olduğunu çok küçük yaşta tanıdım /öğrendim. Evimizin çeşitli köşelerinde küçüklü büyüklü heykeller bulunurdu. Bunlar arasında bir süvari heykeli vardı ve ben bu heykele tutkundum. Babam bu küçük boyutlu heykelin Isidore Bonheur’den etkilenilerek yapılmış bir taklit olduğunu söylemişti. Çok merak etmiştim. Ne olursa olsun bu I.Bonheur’ün izini sürecektim. Sonunda bir gün annemlerin ansiklopedilerinden (malum o zamanlar Google yok) birinde Isidore Jules Bonheur’ün (İzidor Jül Bonör) fotoğrafını gördüm. Görüş o görüş! Yontucunun resmine aşık oldum! Sonra ne mi oldu... Ne olacak, o ansiklopediden Jules Bonheur’ün ve eserlerinin resimlerini bir güzel kesip duvarıma yapıştırdım. Uzun yıllar genç kızlık odamın duvarını süslemiştir “ilk aşk”ımın resmi.


Bahariye Caddesinin ortasında bir kemer var. Bu kemerle ilgili bize neler anlatmak istersiniz?
Evet, bir “kemer” var. Kemer demek ne denli doğru olursa tabii... Çünkü o kemer sanılan şey aslında bir zamanlar orada bulunan bir hamamın ana giriş kapısının kemeri. Hamamın adı Köçeoğlu Hamamı idi. Agop Köçeyan da Sultan I.Abdülmecit (1839- 1861) döneminde saray sarrafı. 1839 yılında Valide Sultan’ın girişimi ve öncülüğüyle sarayın ünlü sarrafı Agop Köseyan adına Kadıköy Bahariye caddesinde Köçeoğlu Hamamı yaptırılıyor. Mülkiyeti de Köçeyan ailesine veriliyor. 1840 yılında hizmete başlayan hamam, iki buçuk asırdan fazla süre durmadan dinlenmeden hizmet veriyor. Hatırladığım hamam binası tek kubbeliydi. Hamama çok ağır ve cephesi ağaç oyma sanatı bezemeleriyle süslü ahşap bir kapıdan girilirdi. Ana kapının üstünde ilginç bir demir süsleme hatırlıyorum. Derken Köçeoğlu ailesinin fertlerinden kimileri öldü, kimileri Türkiye’yi terketti ve sonunda nasıl oldu bilmiyorum hamam yıktırıldı. Oysa bir sanat eseriydi ve onarılıp çok hoş bir konser salonuna dönüştürülebilirdi.


Meslek seçiminizde neler etkili oldu?
Müzik bir aile geleneği... Babaannem piyanistmiş ve çok güzel bir sesi varmış. Kendisine Fransızca “La rosignol du cartier” yani “mahallenin bülbülü” derlermiş bizim sokakta oturan komşuları. Halam da piyanistmiş. Babam ise piyano öğrenmeye hiç ilgi duymamış ama ağız armonikası ve akordeon çalardı. Eh bu durumda mesleğim ben dünyaya geldiğimde önüme sürülmüş olmuyor mu? Ben de kolej öğrenimimin yanı sıra konservatuar piyano bölümüne devam ettim daha sonra lise yıllarında arkadaşlarımın ve ailemin teşvikiyle, konservatuarın şan bölümüne de devam etmeye başladım. Tabii tahmin edileceği gibi piyano yüksek bölümünü bitirebilmek için günde 8 saat çalışmak gerekir. Ben ise genç bir kız olarak sırtımı dünyaya dönüp sekiz saat kapanmak istemediğim için piyano orta bölümünden sonra özel derslerle eğitimimi sürdürdüm ama şan, yani şarkı söylemek öyle ağır bastı ki okullar bittiğinde kendimi İstanbul Devlet Operası’nda buldum. Yazmak serüvenim ise çok erken yaşlara dayanır. Çocuk yaşta gazetelerin kenarına, yatağımın yanındaki duvara ve elime geçen her beyaz kâğıda yazdım, yazdım, yazdım.

Opera sanatçısı, piyanist... Biraz da yazar Anais Martin’i anlatır mısınız?
Yazmak her zaman benim için bir başka güzel yolculuk oldu. Dolayısıyla yıllarca hiç ara vermeden yazdım durdum. Beni rahatsız eden konuları, vatanımı tehdit eden olguları, yolda sokakta rastladığım terslikleri yazdım. Derken anne oldum... Oğluma masallar uydurmaya başladım. Aynı masalı iki kez anlattığımda bir de baktım oğlum masalları ezberliyor ve birden “hayırr! Dün o ördek öyle uçmuyordu” vs diyerek beni eleştiriyordu. Ben de oturdum uydurduğum masalları bir kenara not etmeye başladım. Ve günü gelip “artık yazılarımı gün ışığına çıkarayım” dediğimde çocukları çok sevdiğim için önce masallarımı yayınlatmaya karar verdim. On kitaptan oluşan “Uyduruk Masallar” Morpa Yayınlarından çıktı. Geçenlerde de 13.kez basıldı. Geçtiğimiz yıllarda, Uyduruk Masal dizisinde yer alan Elma Kurtları adlı masalımı müzikli çocuk oyununa dönüştürdüm. Müziklerini de ben besteledim ve eserim İstanbul Devlet Operası AKM sahnesinde iki sezon sergilendi. Daha sonra AKM’yi terk etmeye zorlandığımız yıl dönüşümlü olarak hem AKM’de hem de Kadıköy Süreyya Operasında sergilendi. Sonunda rotasyonla Antalya’ya giden Elma Kurtları orada da iki sezon sergilendi. Yine aynı diziden Kitap Kurdu adlı kitabımı da müzikli çocuk eserine dönüştürmüştüm. O da opera repertuarına alındı, sergilenmeyi bekliyor.

Yazmasaydınız yaşamınızda neler eksik olurdu?
Bu sorunuzu çok sevdim sevgili Kadir. Dünyaya söyleyecek çok sözü olanlar biraz fazla konuşurlar. Bir de tabii çok kitap okuyup kitabı iyi süzenler elde ettikleri tortuyu paylaşmak isterler. Yazmak öyle bir tutkudur ki tıpkı tiyatro sanatçısı olmak gibi. Bizde, yani tiyatroda bir söz vardır: “Bir kez sahne tozu yutmaya gör işin bitiktir. Bir daha kurtulamazsın” derler. Doğrudur. İşte yazmak da şöyle ya da böyle bunun gibi bir şey. Bir kez kaleminize atlayıp yolculuğa çıkmaya görün bir daha vazgeçemezsiniz. Ben yazmadığım gün müthiş bir boşluk hissederim içimde. Bir şeyler yarım kalmış gibi... Üstelik yazarken “aman yayınlansın” diye bir kaygım da yoktur. Çünkü yazarken aldığım o keyif var ya işte o her şeyin üstünde bir duygudur. Hiç kimseyle konuşamayacağınız şeyleri defterinizle paylaşabilirsiniz diye başlayıp size onlarca yazma nedeni sayabilirim. Beni yazma serüvenim konusunda çok destekleyen ve sürekli “Bu hafta neler yazdın bakalım?” deyip adeta ev ödevi veren bir öğretmen dikkatiyle beni izleyen pirlerimden biri Mîna Urgan’dı. O herkesin kalemi ellerine alıp yazmalarını isterdi. “Keşke,” derdi  “köşedeki bakkal da bütün gördüğü şeyleri yazsa. Kültür tarihi için ne güzel bir miras olur.” Bence haklıydı. Biz belleği zayıf bir toplumuz. Bildiğiniz gibi “Söz uçar, yazı kalır.” Yani  “verba volante,scripta manent” diyerek noktalıyorum bu sorunuzu.
 
Etiketler; Anais Martin

ARŞİV