Anne-kız duygulu, yemek kokulu öyküler

Gazeteci Elif Türkölmez ilk kitabı ‘’Anne Kız, Harikasın’’da mutlu olmak isteyen naif insanları, bilhassa da kadınları öyküleştiriyor

24 Temmuz 2017 - 09:57

Radikal gazetesindeki söyleşileri ve yazılarıyla tanıdığımız gazeteci Elif Türkölmez’in ilk hikaye kitabı ‘’Anne Kız, Harikasın’’ yayınlandı. Çınar Yayınları’ndan çıkan, kapağında pek çoğumuzun küçükken içinden para çaldığımız o anne para çantasının yer aldığı kitap, okuyucusunu yemek kokuları eşliğinde bir nostalji yolculuğuna çıkarıyor.

Küçük insanların an’larını 18 öyküyle kaleme döken Türkölmez anlatıyor.

Klasik sorudur -bilhassa ilk kitabın çıkaranlara-; neden yazmak? Gerçi siz zaten yazıyordunuz. Gazetecilik yetmedi de mi hikayelere daldınız?

Aslında hep yazıyordum. Okuma yazmayı, okula başlamadan önce kendi kendime öğrenmiştim. Sanki bir acelem var gibiydi, kimsenin bana bir şey öğretmesini bekleyemeyecektim. Okumayı öğrendiğimde babamın kütüphanesinden alıp okuduğum ilk kitap Balzac'ın Eugenie Grandet adlı kitabı oldu. Babamın kütüphanesi deyince dört yanım kitaplarla çevriliydi sanmayın. Babamın Ankara'da üniversite okurken taksitle aldığı klasikler, kullanılmayan tencereler, rulo yapılmış halılar ve ansiklopedilerle birlikte kimsenin girmediği buz gibi bir arka odada dururdu ve ben herkesten kaçıp orada kitap ve ansiklopedi karıştırmaya bayılırdım. İlkokula giderken bir yaz çok sıkıldım ve mahallenin gazetesini yapmaya karar verdim. Manşet şuydu: Yaşar Evden Kaçtı! Karşı komşumuzun ergen oğlu annesinin bileziklerini alıp gitmişti. Bir hafta sonra çıkıp geldi. Antalya'ya gitmiş, bilezikleri satıp gezmiş, parası bitince dönmüş. Annesi çocuğu hem dövdü, hem öptü. Yani hep yazıyordum dediğim gibi ama gazetecilik, Radikal'de çalıştığım yıllar, haber yazma, röportaj yapma, yazı yazma pratiği açısından çok işe yaradı.

Kitabın adını, kulağımda ‘Anne kıııız’ diye tınlıyor. (bazen ‘kız anne’ de deriz) Anne ile kız arasında bir anlığına kurulan gizli bir ortaklık, ortak yapılan bi kaçamak...Mmesela ‘’anne kıııız bi kek yapsak yaa!’’ gibi :) Siz de benzer duygularla mı bu ismi seçtiniz? Sizdeki çağrışımları neler?

Annelerle kızları arkadaş oldukça, hikayelerini saklamak yerine iki bardak çay eşliğinde köpürttükçe dünya çiçek açacak diye düşünüyorum ben. Kadınlık halleri deneyim paylaşımı yapıldıkça çoğalan, iyileşen şeyler ama bizde maalesef 'nöbetleşe yoksulluk' gibi, bir 'nöbetleşe kadınlık' durumu var. Anneler acılarını kızlarına sessice devrediveriyor. O acılar şifalanmadıkça da her kuşakta büyüklü küçüklü yaralar açılmaya devam ediyor. O yüzden insanın annesine 'anne kız' demesi, böyle bir başlangıç, bana iyi geliyor, queer bir durum var orada gibi çınlıyor. Zaten öykülerimdeki anneler de epey queer. Bayılıyorum queer annelere, queer çocuklara, queer torunlara.

Fakat bu arada kitabın adına ben karar vermedim. Editörlerim seçti. Ben 'Söt' olsun istemiştim, kitap kapağında da beyaz fon üstünde bir oyuncak tavşan olacaktı sadece. Adeta Stockholmlüymüşçesine. Ama sonra çok hoşuma gitti, tamam dedim. Bir de ilk söylediğimde kimsenin anlamaması da hoşuma gidiyor. Yaşlı akrabalar filan soruyor, söylüyorum, 'Nee?' diyorlar.

Kitabı okumuş biri bu röportajda çok şey bulacaktır. Öte yandan henüz okumayanlara, nasıl tariflersiniz Anne Kız, Harikasın’ı?

Tanıtım yazılarında hep çocukluğu 90'larda geçenlerin kendilerini yakın hissedeceği öyküler dendi ama ben yazdıklarımın 'özellikle bir zamana' ait olduklarını düşünmüyorum. Ama 'herkesin çağrıldığı yerlere çağrılmayan insanların' daha çok seveceği bir kitap sanki. Çağrılmadıkları daha iyi, onlar da evde kendilerine çay demleyip, içine bir parça portakal atıp, oturup kitap okusun, oh ne güzel.

Kitabınızı kimlerin, nasıl insanların okumasını isterdiniz?

Herkes okusun. Anneler, anneanneler, teyzeler, üniversiteliler, memurlar, tuhafiyeciler... Bir tatlı okur bana şunu anlatmıştı: Kitapçıda kitabı alırken kasiyer demiş ki, ben bu kitabı o kadar çok sevdim ki, molalarımda okurken bitirdim ama yine de satın aldım, kitaplığımda hep dursun istedim. Böyle tatlı insanlar okusun isterim.

‘’MUTFAK POLİTİKTİR’’

Kitap, mis gibi yemek kokuyor. Bolca yemek detayı var ki siz de biyografinize ‘anne usulü kalın doğranmış patates kızartması’ tutkunuzu yazmışsınız. Nedir yemekle ilişkiniz ve kitabın yemekle ilişkisi?

Ben mutfağın politik olduğunu düşünüyorum. Ne yediğimiz, nasıl yediğimiz çok önemli. Sömürü ve güç ilişkilerini her öğünde yeniden doğuran bir yer çünkü orası. Ben çocukluğumdan beri hayvanları yemiyorum. Sütlerini içmiyorum, derilerini kullanmıyorum. Yemekle en önemli ilişkim bu diyebilirim. Bir de farklı sınıf, kültür ve yaştaki insanların pişirip taşırma hallerindeki yarıklar çok ilgimi çekiyor. Kadınların mutfakta patates küplerken içlerindeki bir derdi didiklemelerine bakmaya da meylim var.

Bi ara Sefertası Moda’yı yapıyordunuz değil mi? Evinizde vegan yemek yapıp sunuyordunuz. Devam ediyor mu?

Evet hala ara sıra molalar vererek de olsa yapıyorum. Ben işsizim. Sefertasımoda'yı belki biraz para kazanır, faturalarımı ödeyebilirim diye kurmuştum ama orası benim için bambaşka bir şeye dönüştü. Bana benzeyen başka insanlarla tanıştım, kendi kabilemi bulmama yardımcı oldu. Çok seviyorum Sefertasımoda'yı takip eden, yorum yapan herkesi. Çok şey öğreniyorum onlardan.

Anne yemeği çok evsel bir şey, annesi olmayanlara, evden uzakta olanlara evi anımsatıyor. Sizin için de öyle mi? Ve bu kitapta anne usulü keklerin, böreklerin yeri ne?

Bazen sırf bir şeyleri hatırlamak için yediğim yemekler var. Babannemin yaptığı bir ev eriştesi var mesela, onu kendi mutfağımda yüzlerce kez deneyip bir şeyi hatırlamaya çalıştım. Hala daha bulamadım. Anne yemeği anıları uyandırmak konusunda çok güçlü. Bir tabak dolma bazen büyük hipnotik etki yapabiliyor. Hatırlıyorsun, ağlıyorsun, özlüyorsun, mutlu oluyorsun, garip...

‘’KADINLARDAN KORKULMASA DÜNYA BAMBAŞKA OLURDU’’

Günümüz kadın hikayelerini yazmışsınız. Neden çoklukla kadınları kaleme alıyorsunuz?

Kadınların ürettiği her şey, duygular, eşyalar, sözler daha köklü ve dallı. Ben de o köklere inip dallara tırmanmayı seviyorum. Kadınların gücünden, neşesinden, üretme tutkusundan ve dönüştürme kabiliyetinden korkulmasa dünya bambaşka bir yer olurdu, buna çok inanıyorum.

Genç kuşakta kadın öyküleri yazan pek çok kadın yazar var. Neden sizce?

Herhangi bir şeyin vuku bulması onun zamanının geldiğini gösterir. 'Öğrenci hazır olduğunda öğretmen belirir' lafında olduğu gibi ben de zamanlamanın gücüne inanıyorum. Bizler, bence, acılarını dillendirememiş anneannelerimizin, annelerimizin yazamadıklarını yazıyoruz. Zamanı geldi.

İddiasız ama derin hikayeler… Büyük büyük olayları anlatmıyor lakin tebessüm yahut ince bir sızı bırakıyor. Nedir sizi bu ‘küçük’ hikayelerde-an’larda-kişilerde çeken?

Herkesin olaylara, eşyalara, insanlara, duygulara yönelik bir bakış açısı var. Ben ayrıntılara bakmayı severim. İnsanların benlerine, çoraplarının tatlılığına, seslerine... Bir pazara gittiğimde en yamuk kabağı alır gelirim. Kimsenin bakmadığı, görmediği o kabak benimle yaşasın isterim. Böyle şeyler beni mutlu ediyor. Öykülerime de sanırım kendi yaşamımda olan o 'çoğunluğun görmek bile istemediği şeyleri görme ve sevme' hali sirayet ediyor.

Kitabın adı ‘Canlı Renkler’ öyküsünden çıkma. Buradan hareketle; evlilik programlarına  dokundurmanız var. Nedir bu konudaki düşünceleriniz?

Ben o programları izlerken ağlıyorum. Herkesin komik bulduğu, birbirine tweet attığı komik videolarda da gözlerim doluyor gerçi. O insanlar sevilmek istiyor, sevmek istiyor, akşam balkonda oturup çay içeceği, çaya haylayf bisküvi batıracağı bir arkadaşı olsun istiyor. Ben o insanları anlıyorum. Emekli maaşı olsun, kendi evi olsun diyen kadını anlıyorum. Mustafa Çiftçi'nin Diyeşet adlı öyküsündeki Cemiyet yenge gibi kadınlar o kadar çok ki. Hayat öyle zor ki.

Anneniz kitabı okudu mu? Ne diyor?

Okudu, "Çok beğendim" diyor. Bana bir sürü kitap imzalattı, vitrine koymuş, altın gününe, kahvaltıya gelen arkadaşlarına dağıtacakmış.

Bir röportajınızda tabak müzesi açmak istediğinizden bahsetmişiniz. İlginç geldi. Nedir bu ilgi?

Mutfak eşyalarının da mutfak gibi tıpkı, tarihsel ve politik önemi büyük. Aslında sadece tabaklara değil, çay süzgeçlerine, çatallara, eleklere, taslara da ilgim var. Yazarların müzeye dönüştürülmüş evlerini gezerken yazı masalarında 5 dakika geçiriyorsam yemek masalarında 15 dakika geçiriyorum. Seviyorum bakmayı ve notlar almayı.

‘’BİZİM SOKAK HALA GÜZEL’’

Ümraniye doğumlusunuz yanılmıyorsam. Ne vakittir Kadıköy insanısınız?

Kadıköy'de doğdum, babam Netaş'ta çalıştığı için Ümraniye'de büyüdüm. Ama 90'lı yıllardan itibaren Kadıköy sokaklarındaydım. O zamanlar bu kadar çok kafe yoktu Kadıköy'de. Beksav'da Haneke filmleri izler, Akmar'da tost yer, As'ta ya da Süreyya'da film izlerdik. Kadıköy benim için okuldur, çok şey öğrendiğim bir okul... Lise 1'in yazından itibaren buradaki kafelerde çalışıp harçlığımı çıkarmaya başladım. Mephisto'da, Küp'te, garsonluk yaptım. Beşiktaş'ta Mimar Sinan Üniversitesi'nde okudum ama ders biter bitmez hemen Kadıköy'e geçerdim. O zamanlar bize "Siz Kadıköy'de ne yapıyorsunuz Allah aşkına!" derlerdi. Şimdi herkes buraya taşınmak istiyor ama ben artık yavaş yavaş tası tarağı toplama niyetindeyim. Kadıköy çok kalabalık ve çok pahalı bir yer oldu. Bir de burada oturmak bir sınıf ve statü göstergesine dönüştü. Ben hep şunu anlatıyorum, böyle bir bakış bizi yanıltır. Ben Dudullu’dan gelip markette kasiyerlik yapan kızdan daha varlıklı değilim, Kadıköy’de yaşayan yoksullar, evsizler var. Her akşam Yoğurtçu Parkı’na çorba, ekmek götürüyorum, Kadıköy zengin muhiti diyen gelip benimle gezsin. Burada yaşayan öğrencileri, yoksulları görsün. Yaşam mücadelesi her yerde aynı. Ama mutenalaşma beraberinde hem zenginliği hem yoksulluğu getiriyor işte, uçurum büyüyor. Kiralar ateş pahası, dükkanlar o kiraları ödeyebilmek için her şeyi dudak uçuklatan fiyatlara satıyor. Annem Ümraniye’den bana gelirken domates, bulgur, çilek getiriyor, sizin orada çok pahalı diye.

Bir röportajınızda Kadıköy, komşuluk ve balkonlardan bahsetmişsiniz. Biraz da bize bahseder misiniz? Mesela balkonunuz var mı, komşuluk kaldı mı?

Evet, balkonları ortak bir bahçeye bakan evlerden birinde oturuyorum. Komşularımla selamlaştığım, hal hatır sorduğum bir apartmanda... Polis gaz attığında sokaktaki insanları ve hayvanları eve toplayan insanların yaşadığı bir yerde... Birbirimizde yedek anahtarlarımız ve katlar arasında gidip gelen içleri kısır, dolma dolu tabaklar var. Yeni taşınanlarla, Kadıköy'ün eskileri bir arada... Her şey, en azından bizim sokakta, şükür ki, hala güzel.

Yazdıklarınıza Kadıköy ne kadar sindi sizce? Burada yazıyor olmanızın, yazdıklarınıza etkisi var mıdır mesela?

Ben yazdığım ne varsa Kadıköy'de yazdım. Buradaki kafelerde, barlarda, banklarda, evimde, Şehremaneti kütüphanesinde... O yüzden yazdığım her şeye bir yanından sinmiştir bu sokaklar. Olaylar Kadıköy'de geçmese bile, bana o hayali kurduran yer burasıdır.

Kadıköy bir yanıyla hala kocaman bir mahalle gibi ama bir yandan da yeni nesil kafeler, hipsterler, kentsel dönüşüm… Bu dönemi nasıl görüyorsunuz? Bunları yazmayı düşündünüz mü mesela?

Her şey değişir, her yer değişir. Değişmeden durmak abes. Mutenalaşma ise şehirlerin ortak kaderi. Berlin'de de aynı durum yaşandı. Ama ben kötü şeylerin zaten zamanla eleneceğine inanıyorum. Su akar yolunu bulur. Yakınmak yerine her gün yeniden iyi şeyler yapmak için uyanmak gerek.

Başka bir şey daha eklemek ister misiniz?

Gece açık kütüphaneler olsa Kadıköy'de. Burada yaşamış yazarların evleri müzeye, yazı ve kültür evlerine dönüşse. Kadıköy'ün çıkaracağı gelecek kuşak yazarları büyük merak ve heyecanla bekliyorum. Teşekkür ediyorum.

(Fotoğraflar: NAZLI ERDEMİREL)


ARŞİV