Büşra Küçük ismini okurlarımız hatırlayabilir. Zira kendisiyle daha önce röportaj yapmıştık, yürüttüğü “Altını Çizenler Kulübü” adlı kitap etkinliği vesilesiyle. Şimdi yeniden konuğumuz, bu sefer konu ilk kitabını kaleme almış olması. Öykü, deneme ve inceleme tarzındaki yazıları pek çok farklı mecrada yayımlanan Büşra Küçük’ün ilk kitabı “Beni Sevmeyen Hanginizdi?” okur karşısına çıktı. Kendisi Kadıköylü olan Küçük’ün kitabı da ilçenin önde gelen yayıncılarından 6:45 Yayınevi etiketini taşıyor.
Büşra Küçük, bir klinik psikolog ve psikoterapist. Ama sanılmasın ki kitabı akademik bir yayın. Elbette eğitimi ve mesleki tecrübesinden edindikleri satırlara sızmış ama temelinde bir tür dertleşme kitabı bu. Kitaba adını veren “Beni sevmeyen hanginizdi?” sorusundan yola çıkan Küçük, modern zaman travmalarını anlamayı ve anlatmayı deniyor. Hem de oldukça sade ve içten bir üslupla.
Müze Gazhane’de buluştuğumuz Büşra Küçük ile kitabı vesile ederek, insanlığa dair halleri konuştuk.
Bu kitap özelinde konuşacaksak kitaptaki meselelere daha yakından bakma ve anlama çabası, okuduklarımı ve bildiklerimi aktarma ihtiyacıydı. Karşılaştığım, gözlemlediğim, yaşadığım zorlukların aslında epey insanla ortak dertlerim olduğunu fark etmek ve onlara eğilmek... Yazmaksa zaten benim için hep bir kendini ifade yöntemiydi. Yazarak yönünü bulan biriyim, var olduğumu anlamak için sanıyorum yazmaya ve okumaya hep ihtiyacım var.
İçinde bir sitem barındırdığı kesin. Modern insanın travmatik deneyimlerini anlamaya çalışırken sevgiyi bir kenara koymak mümkün değil. Sonuçta hep bize ilk bakım verenle olan ilişkimize dönmemiz gerekiyor. Oradaki zorluklar ve sevgi alışverişindeki aksamanın etkisi çoğunlukla yoğun oluyor. Ve bu soru da aslında ebeveynlere ithafen sorulan bir soru. İçinde bir kırgınlık taşıyor. Sevmeyi beceremeyen ve belki kendisi de sevilmemiş olan ebeveyni anlamaya, oradan hareketle kendini anlamaya çalışıyor. Tüm bunları yaparken de pek tabii hayatla ve diğerleriyle nasıl ilişkilendiğini kavramaya uğraşıyor. Bir sitemden yola çıksa da yeni bir kavrayışa, “Ben ötekileri nasıl seviyorum ya da sevemiyorum?”a varmasını umut ettiğim bir soru.
En önemli mevzularından biri sevgi. Sevememek, duyguları sürekli geri püskürtmek, kendine bakma cesareti gösterememek... Yabancılaşma sadece bugünün meselesi değil. Hep vardı, çünkü varoluşsal bir mesele. Günün koşulları daha görünür kıldı sadece. Artık yabancılığımızdan pek şikayetçi değiliz sanki. Başka türlüsüne dair gerçek bir arayışımız yok. Anlam arayışına giderken yolda o kadar çok uyarıcıyla karşılaşıyoruz ki neden yola çıktığımızı daha yoldayken unutuyoruz. Sevgiden de aslında pek çok anlamlı deneyimden uzak olduğumuz gibi uzaklaşıyoruz. Doğalında gerçekleşemiyor, akış bozuk. Hep önünde engeller var. Halbuki anlamlı bir hayat için sevebilmeyi tekrar tekrar öğrenmek zorundayız.
Bu bir deneme kitabı. Akademik bir iddiası yok. Elbette bilimsel verilerden, yer yer psikanalitik ve varoluşçu bilgilerden faydalanıyor ancak herhangi bir kanıt ihtiyacı duymuyor.
Amacım aslında her ikisi de. Terapiden öğrendiğim bir şey varsa o da sorular sormanın insana yeni kapılar aralamak gibi bir faydasının olduğu. Hazır cevapların ve ezberlerin de pek işe yaradığını düşünmüyorum. Belki sorduğum sorular vasıtasıyla insanların da kendi sorularını üretmesine vesile olmayı dileyebilirim. Öte yandan hayat zaten bir sorular toplamı olduğunu tüm gücüyle her evresinde tekrar hatırlatıyor. Sorular, boşluklar, anlama çabaları ve tekrar sorular... Görmezden gelmek benim için mümkün değil.
Uzun ve meşakkatli de olsa anlamlı bir yola girmesi gerek. Kendine neyin iyi geldiğini keşfedecek alana, zamana, meraka ihtiyacı var. Modern insanın eğilimi daha çok kendisinden kurtulmak yönünde. Halbuki bu olası değil. İçimizi parayla, işle, entelektüel uğraşlarla doldurabiliriz. Fakat günün sonunda tüm bunlar bizi bir bütün olarak ifade etmez. Kim olduğumuz bunları da kapsar, ama bunlara indirgenemez. Zorlu yaşam olaylarına nasıl tepki verdiğimiz, sevmeyle ve acıyla ilişkimiz, ötekilerle kurduğumuz bağ... Hepsi modern insanın kurtuluşuna ve aynı zamanda cehennemine dair bilgi veriyor.
“NARSİSTİK BİR ÇEKİRDEK TAŞIYORUZ”
Modern dünyada popüler figürlerin sadece isimleri değişiyor. Narsistik bir çekirdek taşıyoruz içimizde, bu çekirdeğin aktifleşmesi içinse bazı yaşam olayları ateşleyici oluyor. Temel ihtiyaçların bile karşılanamadığı yoksulluk koşullarında kişi hayatta kalmak için bazı mekanizmalar geliştiriyor ki narsistik savunma da bunlardan biri. Ancak bu mekanizmalar yaşamın ilerleyen yıllarında kişinin hayatla ilişkilenişini tamamen ele geçirmeye başlıyor. Bahsettiğiniz örnek de bir nebze buna benziyor. Ancak tam olarak tanısı şudur demek doğru olmaz.
“Olmuş” olmak ne kadar mümkün emin değilim, ama insanın kendiyle biraz sulha ermesi mümkün gibi görünüyor. Hep yoksunluğun verdiği bir eksiklik duygusuyla hareket ederken insanın tam hissetmesi pek gerçekçi değil. Olduğumuz şey her neyse onu kabul etmemiz gerek. Bu da bir çırpıda olamıyor. Belki en başta pişmeden olmaya çalışmayı kenara bırakmak lazım. Hızlıca bir şeylerin üstesinden gelmek, hızlıca çözmek ve yola devam etmek... İnsan tıkır tıkır işleyen bir makine değil. Kaldı ki arızalanmak da pişmeye dahil. Bazen taşarsın, bazen dibin tutar, yanarsın ve sonuçta tadın da bozulsa, olan şey senden bir aromayı hep taşır. Bu oluş meselesindeki hikaye olma süreci değil mi zaten? Kusursuz davranmak, sahtelik içinde kalmak değil. Olabildiğin olmak. Bir taraftan bunlar böyle dile dökülünce kişisel gelişim tınısı veriyor. Kestirme cevaplardan hoşlanmıyorum. Çok fazla fiziksel zorluğun yaşandığı, doğal afetlerin, yoksulluğun, savaşların içinden geçilen bir zamanda “olmak” bazen yalnızca hayatta kalmayı başarabilmek… Herkesin kendi yolunu düşe kalka yürüdüğü bir hayatı var. Biri için olmak kendi parasını kazanmakken diğeri için bir çocuk sahibi olmak, bakım vermek oluyor. Bir genelleme yapamayız. Koşullara ve kişilere bağlı olarak değişir bu ‘olmuşluk’.
Edebiyat benim kendimi, ötekini ve dünyayı anlamak için başvurduğum rehberlerden biri. Zaman zaman yaralarıma merhem olur, zihnimi berraklaştırır. Ancak ruh sağlığı alanında çalışan biri olarak baş etme yöntemlerimizin çok çeşitli olduğunu düşünüyorum. Edebiyat, sanat zihinsel olarak daha zengin bir kavrayışa kavuşmamıza yardımcı olabilir, duygularımıza temas edebilir. Ancak meselelerimizin çözümüne dair bize bir şey söylemez. Doktor-yazar Gabor Mate bir yerde şöyle diyordu; “Sanatsal ifade duyguları etraflıca ele almanın bir yolu değil, sadece bir duyguları dışa vurma biçimidir.” Tam olarak benzer bir yerden yaklaşıyorum konuya, duyguları etraflıca ele almadan bazı yaralarımıza hiçbir şey merhem olmuyor.
Okuyan insanların geri dönüşlerinden amacına ulaşabildiğini gözlemliyorum. Temas ediyor, kendiyle ilgili düşündürüyor. Okurunu bulmak çok okuyucuya ulaşmasıysa bunun için belki vakti vardır henüz. Son soruya gelirsek, okuyan her kim olursa olsun içinde bir şeyleri alevlendirmesini dilerim.
(Kültür-sanat oluşumu fugamundi’nin Kadıköy’deki ofisinde düzenlenen kitabın lansman etkinliğinden bir kare)
SEVGİDE TÜKETİM ÇILGINLIĞI
Yıl dönümlerini ve kutlamaları önemsiyorum. Bunun 14 Şubat etiketiyle, -günümüzde pek çok şeyde olduğu gibi- tüketim malzemesi haline gelmesi de söz konusu. Bugünün sevgisinde zaten bir tüketim çılgınlığı yaşanıyor gibi. Paketlerimize tav olup, birbirimizi tüketip sonra da çöpe atma eğilimimiz yüksek. Çağ da buna çok elverişli. Dolayısıyla aşkın da hız çağının kurbanı olması bana biraz hüzünlü geliyor. Ama yine de aşkı ya da ilişkileri sadece bir biçime indirgemek istemem. Bu zamanda da derinlikli ilişki kurabiliyoruz hala. Koşullar zorlasa da imkansız değil. Öte yandan sizin de söylediğiniz gibi büyük kavramların içinin boşalmasını da gözlemliyorum elbette, bu çağın bize verdiği imkanlarla birlikte bizden aldığı çok şey var. Derinlikli ilişki ihtimali de bunlardan biri. Ötekine temas etmeye, temas etsek bile içsel bir alışverişe girmeye pek niyetlenmiyoruz. Çünkü derinlikli ilişkinin bedelleri var. Halbuki yüzeysel ilişkilerin de bedeli ağır bana kalırsa, bir zaman sonra anlam kaybı. Anlamlı hayat sevebilmekle, sevgiyi paylaşabilmekle de ilgili. Kaçırdığımız şey az değil.
“DEPREM KAYGISI SÜRÜYOR”
Toplum olarak bizim çoğu travmayla baş etme yöntemimiz inkar. İnkar baş etmek için bir yere kadar işe de yarıyor ancak uzun zaman değil. Travmanın etkileriyle yaşamaya devam ediyoruz. Depremin ardından da eğer birinci dereceden yaşayanlar arasında değilsek hayatlarımıza geri döndük, bu iyileştiğimiz anlamına gelmiyor. Zaten sürekli bir deprem ihtimaliyle yaşarken ve sağlam konutlarda barınamazken iyileşmemiz ne kadar söz konusu, emin değilim. Deprem büyük kaygı yarattı. Bu kaygı bizimle yaşamaya devam ediyor.
KEDİ FISTIK İÇİN…
Fıstık Hanım, kedim, hayatımın bir dönemine şahitlik edip veda etti. Ölümüyle eksiltti. Sevgiden bahsederken onu yok saymak olmazdı. Bir kitap sayfasında da olsa yaşamaya devam etsin istedim.
Hayatta öğrendiğim ne varsa hepsinin tekrar tekrar sınanabilir olduğunu, yaşanan deneyimlerle birlikte üç yıl öncekiyle bile aynı kişi olmadığımı fark ediyorum. Hal böyleyken kontrol altında tutmaya çalışmaktan çok, anlamaya çalışma taraftarıyım. Bu kitap da okuyanlar için umarım anlama uğraşında bir yol arkadaşı olur.