KILIÇ ALİ’NİN ANILARI (3)
Bir akşam Sakarya motoru ile gezintiye çıkmıştık. Karanlık bastığı sıralarda Moda koyuna geldik. Mehtabın ilk günleriydi. Koyun hafif ay ışığı içindeki göl manzarası Atatürk'ün hoşuna gitti ve Fenerbahçe'deki Belvü Gazinosu'nun açıklarında motorun demirlemesini emretti.
Yanımızda yabancı kimse yoktu. Atatürk şöyle dedi: “Buraya geldiğimizi kimse görmesin. Elektrikleri söndürelim. Mehtap da var. Burada yiyip içelim.”
Gece çok güzeldi. Sofra kuruldu. Güvertenin karanlığında yiyilip içilmeye başlandı. Fakat on beş dakika geçmemişti ki, motorun çevresinin yavaş yavaş karartılar, gölgeler halinde sessizce gelen birçok sandalla çevrildiğini ve sürekli de çevrilmekte olduğunu gördük. Güya kimsenin haberi olmasın derken tam bir baskına uğramıştık.
Atatürk bu manzarayı görünce emretti:
“Karanlığın manası kalmadı. Elektrikleri yakın!”
Elektrikler yandı. Halk, beyaz elbiseleri içinde pırıl pırıl Atatürk'ü görünce denizin ortasında bir alkış tufanıdır koptu. Ve denebilir ki, yarım saat içinde motorun çevresi sandaldan sandala geçmek suretiyle karaya kadar gidilebilecek bir kalabalıkla dolup taştı. Atatürk Sakarya motorunda, halk sandallarda, Atatürk'le meçhul kalabalık arasında parça parça bir konuşmadır başladı. Atatürk, sanki kendisine misafir gelmişler gibi, kalabalığa sordu:
“Size ne ikram edeyim? Ne istersiniz?”
Kalabalık içinden ve sandallardan sesler geliyordu: “Paşam, seni isteriz! Seni isteriz!”
Atatürk emretti. Hemen güzel bir saz heyeti geldi. Halka ikram edilmek üzere içki ve yemiş getirtildi, çevredeki sandallara dağıtıldı ve Moda koyunun mehtaplı gecesinde Atatürk'le milletin bir parçası kucak kucağa harikulade bir âlemdir başladı.
Atatürk, çok sevdiği leblebilerini avuçlayarak motorun yanına yaklaşmış olan sandallardaki hanımlara, beylere ikram ediyordu.
Sabaha doğru Moda koyundan ayrılırken Atatürk halka bağırdı:
“Allahaısmarladık arkadaşlar!”
Halk cevap verdi:
“Uğurlar olsun Paşam! Gelecek mehtaba yine bekleriz.”
“Mutlaka geleceğim” diyordu Atatürk, “Gelecek mehtapta da buradayım!” (Syf 561-562)
(…)
Tam bağımsızlığımıza, toprak bütünlüğümüze karşı gayet hassas davranmak, büyük veya küçük bütün komşularımızın, dünya devletlerinin bağımsızlıklarına ve toprak bütünlüklerine samimi şekilde saygılı olmak, emperyalist siyaset izleyen büyük devletlere kesinlikle alet ve araç olmamak, insanlığı acı ve felaketlere sevk etmekten başka sonuç vermeyen savaşları önlemek, dünya barışını sağlamak amacıyla birleşmiş devletler olursa, onlarla eşit hak ve şartlarla işbirliği yapmak...
Atatürk büyük devletlerin büyük bir savaşa hazırlandıklarını pekâlâ görüyordu. Fakat kendisi bu akıma kapılmak hatasına düşmemişti. Diyordu ki:
“Biz savaşçı değiliz. Barışın bir an önce sağlanmasını görmek ve ona yardım etmek istiyoruz.”
“Büyük devletlerle dost ve samimi bir denge politikası izlemek, içte ve dışta güçlü olmak” gerektiğini söylerdi. Gizli ve entrikalı siyaseti küçük ve orta devletler için çok tehlikeli bulurdu. Onun için devlet adamlarına dış politikada her zaman emniyet ve itimat verecek şekilde açık, dürüst bir politika izlemeyi tavsiye ederdi.
Kendi ülkesi ve ulusu için istediği ve kutsal bildiği bütün hakları, diğer ülkeler ve uluslar için de aynı derecede, aynı samimiyet ve sıcaklıkla isterdi. Uluslar arasında ve her ulusun kendi içinde şeref, hürriyet ve haklar bakımından birtakım boş sözlerle fark gözetilmesine asla taraftar değildi. Bu ulvi ve insani inanışının ilhamıyla çevresindekilere daima şöyle derdi:
“Mesut bir dünya içinde mesut bir Türkiye.”
Ve herkese şu ideali aşılamıştı:
“Yurtta sulh, cihanda sulh.”
İnsanlığın çektiği acıları görüyor, ciddi şekilde üzülüyor, adeta içi yanıyordu. Gücünün yettiği yerde gereğini yapmaktan çekinmezdi. Syf 564)