Baskıların ortasında bir aşk: Fatoş Güney ve Yılmaz Güney

Kadıköy Moda’da doğup büyüyen, fabrikatör bir babanın koleje giden kızıyla, kendini “Topraksız bir köylü ailenin çocuğuyum” diye tanıtan Adana’dan İstanbul’a göçmüş bir erkeğin aşk hikayesini anlatan bir kitap: Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun. Kitap, Türkiye sinemasının, siyasi hayatının önemli figürlerinden yönetmen, yazar, oyuncu Yılmaz Güney ile Fatoş Güney’in zorluklara göğüs gererek büyüyen; cezaevi, sürgün, darbelere rağmen güçlenen aşkının hikayesini anlatıyor

19 Kasım 2020 - 20:43

İthaki Yayınları’ndan çıkan “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun”, Yılmaz Güney’in vasiyeti üzerine Fatoş Güney’in yıllardır parça parça yazdığı, onun gözünden tüm geçen zamanın görülebileceği bir anılar toplamı.

Fatoş Güney, Yılmaz Güney ve ilişkilerini anlatmakla kalmıyor; kitap aynı zamanda dönemin politik atmosferini, yaşanan zorlukları, İstanbul’u, gitmek zorunda kalışı, sinema tecrübesini ve daha birçok şeyi de içinde barındırıyor. 

“Yılmamalıydım, sürdürmeliydim yazmayı çünkü biliyordum, hiçbir şey sonsuzlukta yok olup gitmek kadar acı olamazdı. Yazmak, ölümden bir şey koparmaktı” diyor Fatoş Güney. Bu kitap, tutkulu bir ısrarın ürünü. Fatoş Güney, Yılmaz Güney’in hayatını kaybetmesinin ardından parça parça yazmaya başlamış ancak kitap için yoğunlaşması son iki senede gerçekleşmiş.

HİKÂYE MODA’DA BAŞLIYOR

Kitabın hikayesi Kadıköy Moda’da başlıyor. Fatoş Güney aynı zamanda bir Kadıköylü. Kitapla ilgili görüştüğümüz Fatoş Güney, konuşmaya o dönemleri anarak başlıyor, “Eski Moda, köşkler, plajlar, sandallarla bezeli, elit insanların oturduğu ayrıcalıklı bir semtti. İnsanlar iskelenin eski Deniz Kulübü’ne bakan yolunda durup veya sandallara binip balo gecelerini izler, müzik dinlerdi. Münir Nurettin Selçuk’un bestesindeki gibi, ‘Bir tatlı huzur almaya geldim Kalamış’tan’ der gibi âdeta, sakin ve huzurlu bir yerdi Kadıköy.” Peki şimdi nasıl görüyorsunuz diye sorduğumuzda ise Güney, ne o köşklerin ne plajların ne sandalların ne de eski huzurun kaldığını söylüyor, “Her yer betonlaştı” diyor. 

Kitapta detaylıca anlatılan, Yılmaz Güney ile ilk tanışmalarına geliyor konu. Çevrenin bir fabrikatör kızıyla mektuplarda da sürekli Çukurova’yı, geldiği yerdeki yoksulluğu anlatan bir erkeğin birlikteliğine nasıl baktıklarını soruyoruz, Güney cevaplıyor: “Anlayamıyorlardı bir türlü. Ben ise farklı bir dünyanın insanı olmasından ötürü ilgi ve merak duyuyordum Yılmaz’a. Zavallılığı ve yoksulluğu ortadan kaldırıp, adil bir dünya kurmak için ne gerekirse yapmaya hazırdım.”

“YETENEĞİNİN YÜZDE 30’UNU GÖSTERDİ”

Yılmaz Güney hep sert mizaçlı biri olarak anılır veya ondan çoğunlukla böyle bahsedilir. Fatoş Güney buna açıklık getiriyor: “Eğer gerçekten öyle olsaydı birlikteliğimiz sürmez biterdi. Çünkü ben ailemin tek kızıydım ve itinayla yetiştirilmiştim.”

Yılmaz Güney sinemayla daha ilk uğraşmaya başladığında yönetmen olmayı, hem de çok iyi bir yönetmen olmayı kafasına koymuş biri. Umut, Arkadaş, Sürü, Yol gibi Türkiye sinemasının öncü ve gözde filmlerinin yönetmenliğini yapan Yılmaz Güney’in sinemayla ilişkisini ve setteki hallerini Fatoş Güney’den dinliyoruz: “Her zaman bir yandan sansürle boğuşarak, diğer yandan Türkiye’nin teknik imkansızlıklarına göğüs germeye çalışarak en ilkel şartlarda çalıştı. Bütün bunlara rağmen Umut, Sürü, Yol gibi filmleri dünyada kült eserler arasına girdi. Sette istediklerini gerçekleştiremediği zamanlar sert olurdu. Çalıştığı insanların çoğu profesyonellikten uzak olduğu için hatalar da bir o kadar çoktu. Her şeyin üstesinden tek başına gelmeye çalışırdı. Hayatında oyuncudan çok yönetmen olmayı istemişti ama bence her iki alanda da çok iyiydi.” 

“Her şeyin en iyisini başarmayı isterdi ama zor ve yetersiz şartlardan ötürü bu mümkün olmazdı” diyor Fatoş Güney ve ekliyor: “47 yaşında öldüğü ve ömrünün on yılını içeride geçirdiği için yeteneğinin, kapasitesinin henüz yüzde otuzunu gerçekleştirebilmişti.  Filmlerdeki motivasyonu gerçekleri yakalamak olurdu. O yüzden senaryo sürekli değişime uğrar, yenilenir ve gelişirdi. Duvar filminde asistanlığını yapmıştım. Beni de sinemacı olarak yetiştirmek istiyordu.”

TUTUKLAMALAR, ÇATIŞMALAR...

Aralarındaki aşkın güçlendiği yıllar aynı zamanda görüş yasakları, tutuklamalar, katliamlar, çatışmalarla geçen yıllar. Yılmaz Güney, sinemayla uğraşmasının yanı sıra politik tercihleriyle de göz önünde olan bir isim. Fatoş Güney, dönemi ve içinde yaşadıkları atmosferi şöyle anlatıyor: “Bizim yaşadığımız dönemler 12 Mart ve 12 Eylül rejiminin karanlık günlerine denk geliyor. Tüm ilericilerin, devrimcilerin, sendikacıların, politikacıların, yazarların, öğrencilerin tutuklandığı; partilerin, sendika ve derneklerin kapatıldığı, insanların birbirini kurşunladığı ve idam cezalarının uygulandığı zamanlardı. Yılmaz, 12 Mart’ta öğrenci liderlerini evinde sakladığı için tutuklanmış ve 15 yıl ceza istemiyle yargılanarak iki yıl iki ay Selimiye Askeri Cezaevi’nde yatmıştı. 1974 yılında Ecevit affıyla çıktı, üç ay sonra adli bir vakadan tekrar tutuklandı. Yedi buçuk yıl yattıktan sonra 12 Eylül’de bu sefer yazdığı yazılardan ötürü yüz yıl ceza istemiyle yargılandığı için hapishaneden kaçarak ülkesinden ayrılmak zorunda kaldı.”

Yılmaz Güney ve Fatoş Güney çifti, Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldılar. Çalkantılı yıllara bir de sürgün eklendi. Fatoş Güney, Zürih Havaalanı’na ilk indiğinde hissettiklerini “Medeni bir ülkeye gelmiş olmanın, düşündüğümü söyleyecek ve yazacak olmanın, evimin artık asker-polis tarafından basılmayacağının, istediğim kitabı bulunduracak olmanın rahatlığını duydum.” diye anlatıyor. 

“KEDERİNDEN AĞLADI”

Yılmaz Güney’in ayrılığı için ise şunları söylüyor: “Yılmaz ülkesinden bir yelkenliyle ayrıldı. Arzu etmediği bir şeyi yapmak zorunda kalmanın kederi ve hüznü vardı. ‘Ülkemin en ücra köşeleri bile, yabancı ülkelerin en lüks yerlerinden iyidir’ derdi. Vatandaşlıktan çıkartıldığını duyduğu zaman kederinden ağladı. Fransa’da yetkililer vatandaşlık vermek istediklerinde kabul etmedi: ‘Ben Türk vatandaşlığında kalmak istiyorum’ dedi.

Fatoş Güney’e en fazla sorulan sorulardan biri de bu kadar göz önünde olan biriyle birlikte olmaktan kaynaklı gölgede kalmış gibi hissedip hissetmediği. Fatoş Güney, bu konuda “Her ünlü insanın yanındaki doğal olarak geri planda kalır. Benim zaten öne çıkmak gibi bir meselem hiç olmadı. Gölgesinde kalmak diye de düşünmedim ve komplekse hiç kapılmadım. Çünkü kendi şahsiyetim sayesinde her zaman sevgi, saygı ve ilgi gördüm.” diyor.

“KORKMAMAK BENİM KARAKTERİMİN PARÇASI"

Fatoş Güney de Yılmaz Güney gibi gözü kara biri. Öyle ki sette Yılmaz Güney’in elinden silahı almışlığı, hamile olduğu sırada dahi tüm zorluklara sertçe yanıt vermişliği var. “Gözlerimin rengi her ne kadar maviyse de, aslında gözü kara bir insanım” diyen Fatoş Güney, karakter yapısına dair “Korkmamak benim karakterimin bir parçası. Korkmam, söylemek istediğimi insanların yüzüne söylerim. Bu her zaman iyi olmasa da böyle hesapsız, kitapsız olmaktan mutluyum.” diyor.

Kitap da Fatoş Güney’in kaleminden dökülmüş, döneme ait korkusuzluğun, inadın, aşkın, mücadelenin anlatılarıyla dolu. Bitirişi kitabın en sonundan yapıyoruz, Fatoş Güney’in Yılmaz Güney için söylediklerini aynen aktarıyoruz, Yılmaz Güney’i anarak bitiriyoruz:

“Gidişinin ardından otuz altı sene geçti. Ülkesinde devrim olmadı. Filmleri hala gösterilemiyor. Ama halkı onu hiç unutmadı, unutmayacak…”


ARŞİV