“İlk ne zaman feminist oldum? Muhtemelen ergenlik dönemime, ailemde ve çevremde gördüğüm şeyler üzerine kafa yormaya başladığım günlere denk geliyor”
Feminist, anarşist ve sosyalist yazar Marge Piercy’nin “Benim Hayatım Benim Bedenim” isimli kitabı bu sözlerle başlıyor. Elif Zeynep Yıldırım çevirisiyle Düşbaz Kitaplar tarafından okurla buluşturulan kitapta Piercy’nin denemeleri, şiirleri, anıları yer alıyor. Kitapta da yazdığı gibi standart rollerden hiçbirine uymayan Marge Piercy, 31 Mart 1936 tarihinde Yahudi bir ailenin kızı olarak Michigan, Detroit’te doğmuş. İşçi sınıfı mahallelerinden birinde büyüyen yazar, Michigan Üniversitesi'nde öğrenim görmüş.
1950’li yılların Amerika’sında cinsiyetçiliğe, ırk ayrımına karşı mücadele eden cüretkâr isimlerden biri olan Piercy on yedi romanın yanı sıra öyküleri ve şiirleriyle de tanınan önemli bir edebiyatçı ve aktivist. Daha önce Örülü Hayatlar, Zamanın Kıyısındaki Kadın ve Küçük Değişimler kitapları Türkçeye çevrilen Piercy “Benim Hayatım Benim Bedenim” kitabında kendi deneyim ve anılarını deneme, öykü, söyleşi, şiir formatında anlatıyor.
Çok okuması, sınıf bilincine sahip olmasına rağmen ekonomik bağımsızlığı olmadığı için babasına boyun eğmek zorunda kalan annesi yazarın kadın- erkek ilişkileri, kadın konusunda kafa yormaya başlamasının ilk nedeni olmuş. “On üç ile on beş yaşları arasındaki dönemde ekonominin, her türlü bağımsızlığın onun üzerine inşa edilmesi gereken bir temel olduğu gerçeği benim için artık çok açıktı. Eğer kendi hayatımı kazanamazsam ben de en az annem kadar sefil olacaktım. Eğer beni desteklemesi için bir erkeğe bel bağlarsam bu, beni onun esiri yapacaktı.”
Feminist olmasını çocukluğuna ve ilk gençliğine bağlayan yazar bu dönemi şöyle özetliyor: “Çocukluğumu ve yetişkinliğimi, erkeklerle kadınlar arasında sürüp giden büyük savaş, etrafımda tanık olduğum ve yaşamımda kesinlikle yer vermek istemediğim eşitsizlikler üzerinde uzun uzun düşünerek geçirdim. Kaygılarımı ifade edebileceğim hiçbir sözcük, gözlemlediğim şeyler hakkındaki düşüncelerimi oturtabileceğim hiçbir politik çerçeve yoktu”
Piercy’in bu tek başınalığı, kaygısını ifade edecek sözcük bulamaması 22 yaşında Simone De Beauvoir’in İkinci Cinsiyet kitabını okuyana kadar sürer: “Bu muhteşem kitap evliliğimi sona erdirmem ve yaptığım seçimler üzerinde tekrar düşünmem için bana itici güç sağladı. Yıllardır düşündüğüm ama toplumun çılgınca bulduğu fikirlerimi tanımlayabileceğim ve devam ettirebileceğim bir kelime dağarcığına sahip olmuştum. Sonuçta çılgın falan değildim ben. Artık ne olduğumu biliyordum: Ben bir feministtim.”
“Benim Hayatım Benim Bedenim” kitabında sadece kadınların yaşadığı ayrımcılık yer almıyor. Yazarın hayatı gibi yazdığı metinler de hem çeşitli hem de şaşırtıcı. Başkanlık seçimlerinden, kitle iletişim araçlarına, sansürden yoksulluğa pek çok konu yazarın metinlerinde farklı ve sarsıcı bir tarzda işlenmiş.
Dert edindiği, en çok kalem oynattığı konu elbette kadınlar ve sistemin ayrımcılık uyguladığı insanlar olan Piercy, feminist ütopyalara ve sınıf rollerine ilişkin şöyle kritik bir soru ile sarsıyor: “Eşitliği kim istiyor? Ona sahip olmayanlar!”
“ En düşük ücretli işlerde biz çalışırız. Çocuklarımızla birlikte evsiz barınaklarına ve kadın sığınma evlerine sığışırız. Yoksul ihtiyarların en önemli bölümünü biz oluştururuz. Yoksulluğun dişileştirilmesinden bahsederiz ama aslında bu ifadenin ardında ısınma giderlerine para ödemekle karnını doyurmak arasında bir seçim yapıp çocukları sabah kahvaltılarında üzerine süt dökemeseler bile mısır gevreği yiyebilsinler diye dişlerini ihmal edip eğer alacak paraları varsa aspirin çiğneyerek haftanın sonunu getirmeye çalışan milyonlarca ev kadını saklanmaktadır.”
Kadınların her zaman en altta, en düşük ücretle çalışanlar olduklarının altını kalın kalın çizen yazar kadınlar için nasıl bir gelecek istediğini ise şu sözlerle anlatıyor: “Ben kadınların bir kadın bedenine sahip olduğu için cezalandırılmadığı, kendilerine ait –tinsel, düşünsel, romantik, cinsel ve yaratıcı– maceralarda, bağımsız birer öncü olarak görüldüğü bir gelecek istiyorum.”