“Nihavend bir ezgiydi
Körler Ülkesi’ne doğan
Kim bilir hüzzam batacağını
Bir geçiş taksimi bile çalmadan”
Kadıköylü yazar Burak İhsan’ın ‘Haziran Kalsın’ı bu dörtlükle açılıyor, ardından bir aile öyküsü saçılıyor satırlara…
İhsan’ın ilk romanı Haziran Kalsın, üç yıl evvel Kuzey Işığı Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluşmuştu. Roman, yaklaşık üç ay önce de Eksik Parça Yayınları’ndan yeniden basıldı. Biz de Burak İhsan ile romanın ana mekanı Yeldeğirmeni’nde söyleştik.
Bir İstanbul romanı. Ekseriyetle Kadıköy’de geçiyorsa da hikâye boyunca Karaköy, Galata ve Beyoğlu’na da uğrayan; okuru karakterlerle birlikte vapura binmeye, sokak müzisyenlerini izlemeye, tarihi bir pastanede adisababa yemeye, plaklardan şarkılar dinlemeye, meyhanede iki duble rakı içmeye ve bunları yaparken aşkı, pişmanlığı, hüznü, hırsı kısaca insana dair duyguları sorgulamaya davet eden bir roman.
Söz konusu dörtlük bana ait. Musiki, romanın omurgasında yer alan unsurlardan biri. Dolayısıyla girişte okura bunun sinyalini vermek istedim. Haziran Kalsın bir sirkadiyen roman. Yani tüm hikâye yirmi dört saat içinde geçiyor. Ve bu yirmi dört saat duygusal açıdan nihâvend makamında başlayıp hüzzâm makamında bitiyor. Geçiş taksimi, bir makamdan başka bir makama geçilirken yapılan ve dinleyiciye bunu haber veren taksimdir. Fakat hayatta bazen durumlar çok hızlı değişebilir ve bu geçişi ansızın yaşamak zorunda kalabiliriz. Tıpkı bu hikâyede olduğu gibi.
Gün doğumu yalnızca Yeldeğirmeni’nde değil, dünyanın pek çok yerinde efsunludur esasında. Bu ân’a ikinci romanım Hoşt’ta da özel bir yer ayırmıştım. Karanlıktan aydınlığa geçtiğimiz, görünmezlerin görünür olduğu ve her şeye yeniden başlama fırsatını bize sunan gün doğumuna ilişkin felsefi bir sevgi besliyorum. Dolayısıyla semti yani romanın ana mekânını tanıtmaya da böyle bir girizgâh ile başlamak istedim.
(Burak İhsan, romanda Suphi Bey Apartmanı olarak kurguladığı Ali Bey Apartmanı’nın önünde…)
KADIKÖY’Ü OKUDU
Evet. Romanı yazmaya başlamadan önce, hatta yazım esnasında semte dair pek çok kaynaktan okumalar yaptım. Kadıköy gibi tarihi semtleri mekân olarak kullanmadan önce dersinizi sıkı çalışmanız gerekiyor. Yeldeğirmeni tarihine ve bu semtte yaşamış kişilere ilişkin bilgilere ise çoğunlukla mimar Arif Atılgan’ın yazıları sayesinde ulaştım. Kendisinin dışında Hulki Aktunç, Anais Martin, Murat Batmankaya, İzel Rozental, Tamer Kütükçü gibi kıymetli isimlerin yazdıklarından da oldukça faydalandım.
10 yıldır Kadıköy’de yaşıyorum ancak Kadıköy’ü 25 yıldır yaşıyorum. Bu on yılın, üç senesini Osmanağa’da geçirdim, yedi yıldır da Ziverbey’de oturuyorum. Yeldeğirmeni çocukluğumdan beri çok sevdiğim, uğramaktan heyecan duyduğum bir semtti. Roman fikri kafamda oluşmaya başladığında aklımdaki resmi doğru çizebilmem için ona uygun bir tuvale ihtiyacım oldu. Yeldeğirmeni işte o tuval.
YAZAR SORUMLULUĞU
Mutenalaştırma bütün dünyada tartışılan, üzerine pek çok akademik araştırma yapılan, çok ciddi bir sosyoekonomik hadise. Hemen her değişim sürecinde olduğu gibi mutenalaştırma sürecinin de artı ve eksi yönleri var. Fakat eksi yönler ekonomik aktörleri rahatsız ettiği için pek dillendirilmek istenmiyor hâliyle. Ben romanda bunlara değinmeyi, bir Kadıköylü olarak, görev edindim zannediyorum. Vüs’at O. Bener, Kırık Fincanlar adlı öyküsünde, “Sorumlusun arkadaş!” der. “Diyeceğin yoksa ne demeye soyundun yazarlığa?” Ben de onun bu sözünü dinlemek istedim sanırım.
Kadıköy ve özellikle Yeldeğirmeni’ndeki değişimden mutluyum esasında. On üç on dört yaşlarımda vakit geçirmeye başladığım Kadıköy daha kasvetli, melankolik ve ideolojik bir semtti. Bugünün Kadıköy’ü ise daha renkli, neşeli ve kozmopolit. Özellikle Gezi’den sonra İstanbul’un kültür sanat, yeme içme konusunda cazibe merkezi olma görevini Beyoğlu’ndan devralmış bir semt. Bundan dolayı mutluyum ve burada yaşamayı çok seviyorum. Fakat bu değişim o kadar hızlı oldu ki, semtin eski sakinleri ne olduğunu anlayamadan kendilerini bir hengâmenin içinde buldular. Özellikle geceleri barların yoğun olduğu sokaklarda yahut Kalamış sahilinde dolaşanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır. Maalesef semtin dışından gelenler, eski Modalıların tabiriyle “dışarlıklılar”, bu semtte yaşayan, evinde dinlenmek, hastasına bakmak yahut çocuğunu uyutmak isteyen semt sakinleri olduğunu unutuyor ya da unutmak istiyorlar. Hâl böyle olunca kimileri için cazibe merkezi hâline gelen semt, kimileri içinse eski cazibesini yitiriyor. Sanırım bu noktada en önemli husus dengeyi sağlayabilmek ve yerinde denetimlerle iki tarafı da mümkün olduğunca memnun edebilmeyi başarmak.
Umarım. Yazarken, aklımdaki beyaz perdede iki yıl boyunca aralıksız gösterilen bir filmdi Haziran Kalsın. Bu durum yazıya da sirayet etmiş olacak ki, sinematografik bir anlatım çıktı ortaya. Dürüst olmak gerekirse bir noktada filmin yönetmenini ve oyuncu kadrosunu dahi isim isim belirledim, bir kâğıda yazdım, saklıyorum. Hayat ona bu şansı verecek mi, göreceğiz.
Şu an üzerinde çalıştığım roman Kadıköy’de geçmiyor zira mekândan bağımsız bir kurgusu var. Fakat karakterlerden biri mutlaka bir kahve içmeye Kadıköy’e uğrar diye düşünüyorum. Kıymetli üstat Feridun Andaç, “Bir yazar biraz da değil, bence tümüyle yazdığı yere ait olmalıdır öncelikle,” diyor bir yazısında. Bence haklı. Dolayısıyla bundan sonraki tüm romanlarımda, hikâye dünyanın başka bir yerinde bile geçse, Kadıköy’e bir nefeslik olsun uğrayacağımı biliyorum.