“Bir öykü yazdım ve gerisi geldi”

Küçüklüğünden beri edebiyata meraklı olan Emir Çubukçu, “Yazmada değil, okurluk konusunda iddialı biriyim. Dolayısıyla her zaman bir şeyler yazasım vardı. Bir gün bir öykü yazdım ve gerisi geldi” diyor

13 Şubat 2025 - 13:36

Film, dizi ve tiyatro sahnesinde birçok karaktere hayat veren Emir Çubukçu, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nden mezun. Edebiyata da oldukça düşkün olan Çubukçu’nun  ilk öykü kitabı ‘Günün O Belirsiz Vaktinde’ Can Yayınları, ikinci kitabı Yaban Hayvanı Koleksiyonu İletişim Yayınları etiketiyle okuyucularla buluştu. Çubukçu ile Moda’da buluşup tiyatro ile edebiyat hakkında konuştuk. 

Tiyatrocu olarak kitap yazmak nasıl bir süreçti?

Kitap yazmaya tiyatrocu olarak karar vermedim. Çok uzun zamandır, küçüklüğümden beri edebiyata çok özel merakı olan biriydim. Edebiyat her zaman benim için hayattaki en önemli şeylerden biri oldu. İyi bir okur olduğumu düşünüyorum, iddialı olduğum tek konu bu. Yazmada değil, okurluk konusunda iddialı biriyim. Dolayısıyla her zaman bir şeyler yazasım vardı. Bir gün bir öykü yazdım ve gerisi geldi. 

Oyunculukla bir bağı var mı? Açıkçası emin değilim, vardır muhakkak. Ama daha çok birbirinden kaçan şeyler benim için, birbirini besleyen değil. Yani oyunculuktan sıkıldığımda yazıyorum, yazarlıktan bir şeyler yazmaktan, boğuşmaktan sıkıldığımda gidiyorum tiyatro oyunumu oynuyorum. 

“MÜKEMMEL MÜZİĞİ BULMAYA ÇALIŞIYORUM”

Yaban Hayvanı Koleksiyonu sekiz öyküden oluşuyor. Kitabı okurken dili hem rahat hem de zorlayıcı geldi bana. Yazarken kitabın nasıl olmasını istemiştiniz?

Her zaman çok rahat okunan ama çok derin etki bırakan şeyleri sevdim. İyi edebiyatın rahat okunan edebiyat olması gerektiğini düşünüyorum. Bunu basitlik anlamında söylemiyorum, tam tersi. Okuduğumuz şeyin akışı, ritmi, müziği çok önemlidir. Ben de aslında kendi açımdan mükemmel müziği bulmaya çalışıyorum. Bayadır bir şeyler yazıp yayınlamıyorum, bu öykü kitabı 2023 Nisan’da çıktı. Ama çok uzun zamandır istediğim o akışkanlığı sağlayamadığımı düşündüğüm için, nerdeyse üç dört senedir doğru düzgün bir şey yazmıyorum. Yeni yeni başladım, önümüzdeki sene yeni bir öykü kitabım çıkacak muhtemelen. 

Roman düşünmüyorsunuz galiba?

Aklımda roman da var, uğraşıyorum biraz. Edebiyatın her dalını çok seviyorum, şiiri de çok seviyorum. Ama uğraşmaktan didinmekten daha çok keyif aldığım öykü. Bana daha işçiliği yüksek geliyor. Benim bir hikâyeyi çok uzun anlatacak  sabrım hiçbir zaman olmuyor. Ama küçücük şeyleri kaza kaza işleye işleye onunla uğraşma fikri daha cezbedici geliyor. Daha motive edici geliyor. 

Yaban Hayvanı Koleksiyonu’nda hayatınızdan izler var mı?

Aslında yok. Genelde ilk kitaplar biraz daha yazarın kendi hayatı üzerinde yaşadığı travmaları bagajları dökme aracı oluyor. Benim için de ilk kitap öyleydi. İkinci kitap biraz daha anlatmak istediğim dışarıdan baktığım, bana bir anlamda dert olan ama biraz daha kökenlere, mitlere, toprağa, doğaya dair belli  duyarlılıkları ‘nasıl yansıtırım’ üzerinden gelişen öykülerle oluştu. Aklımda bir fikir yoktu. Şöyle oluyor, öyküler yazıyorsunuz bunlardan bazılarının belli  ortak tema etrafında şekillendiğini hissediyorsunuz. Onarın belli  duruma, bakış açısına evrildiğini fark edip aynı tema etrafında toparlayıp ‘bundan  kitap çıkarabiliriz’ gibi bir his oluşuyor. Öyküyü yazma bambaşka bir süreç, ‘bundan  kitap olur, yayınevine verilebilir’ süreci de bambaşka bir süreç. Bu kitap yayınlanmadan önce kendimce yayınlanmaya değer 16 öykü vardı. Ben sekiz tanesini seçtim bunlar kanımca kendi içinde bir bütün oluşturuyordu. 

“BELKEMİĞİNDEKİ ÜRPERTİYİ SEVİYORUM”

İyi bir edebiyat okuruyum dediniz, peki edebiyatta neleri sevmezsiniz? Sizin için iyi bir okur neleri sevmez?

Ben edebiyatta fazla edebiyatı sevmem açıkçası. Şairanelikten hoşlanmam, kalabalıktan fazla hoşlanmam. Gürültülü metinlerden hoşlanmam sessiz metinleri seviyorum.  Sanırım  edebiyatla belli anlamda haşır neşir olmuş herkes bunu söyler. Gösterilmeyeni seviyorum, şiirsel olmayanı seviyorum. Kendi içinde kendine ait  müziği olan, kendine ait  ritim duygusu olan metinleri çok seviyorum. Nasıl anlatıldığı benim için elbette çok önemli. Anlatıldı her şey, anlatılamayan bir şey yok ama hikâyenin ele alış biçimi çok önemli. Burada hep örnek verdiğim bir şey var Nabokov çok sevdiğim  yazar, ona ‘edebiyat nedir?’ diye sordukları zaman ‘belkemiğindeki ürpertidir’ diyor. Bu çok güzel bir tanım, ben bu belkemiğindeki ürpertiyi seviyorum. 

Bu durumun tiyatroyla alakalı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Elbette 20 senedir tiyatro metinleriyle haşır neşir olmanın öykü yazarlığında  etkisi vardır. Çünkü ben öykü ile tiyatro metnini birbirine çok benzetirim. Roman benzemez. Tiyatro metniyle ile öykü aynı merkeze kapanan anlatılardır. Roman biraz daha dallanır budaklanır ama öykü kendi içine kapanır, tiyatro da öyle. Bir odak vardır ve her şey o odağa doğru kapanır yavaş yavaş ona hizmet eder sona varır en sonunda. O son her şeyin özünü oluşturur. 

2008’de konservatuara girdim o günden bugüne Çehov, Shakespeare, İbsen gibi çok önemli tiyatro yazarlarının metinleriyle haşır neşir oldum. Oynadım, okudum, bunlardan sınava girdim, analiz etmeye çalıştım. Dolayısıyla bunun etkisi muhakkak vardır. Diyalog yazarken yıllarca okuduğum iyi oyunların etkisi vardır ama bu komple haşır neşir olmanın getirdiği bilinç dışı bir şey. ‘Ben şimdi bir tiyatrocu olarak oturacağım,  sahne kuracağım diye planladığım’ bir şey değil. Öyle yaparsam eğer yapamam. 

O zaman tiyatro demişken, nasıl gidiyor? 

Çok güzel. Bizim tiyatromuz ‘Tiyatro D22’ 12 senedir devam ediyoruz. Şimdi üç tane de oyunumuz var; Ayşecan Tatari ile oynadığım Edip Tepeli’nin yönettiği, Yavuz Özkan’ın yazdığı ‘Herkesin Bildiği Sırlar’. 12 Ekim’de prömiyeri yapıldı, oynamaya devam ediyoruz. 

Herkesin Bildiği Sırlar hakkında biraz konuşalım mı?

Tabii, Yavuz Özkan’ın metni. Kendisi çok önemli bir yönetmen aynı zamanda ‘Büyük Yalnızlık’ diye  filmi var, Sezen Aksu ile Ferhan Şensoy’un beraber oynadığı. Herkesin Bildiği Sırlar onun tiyatroya uyarlanmış hali. 8-10 senelik bir çiftin boşandıktan sonra evde geçirdiği son geceyi anlatıyor. Kadın eşyalarını almak için eve geliyor, yağmurdan dolayı nakliyeciler gelemiyor. ‘Oturalım konuşalım ilişkiyi’ diyorlar ne oldu ne olmadı? ‘Biz niye bu hale geldik’ üzerine konuşuyorlar ve tabi ki açılması ya da açılmaması gereken şeyler konuşuluyor. O geceyi görüyoruz sahnede. 

“OYNAMAYI SEVİYORUM”

Sahne sizin için nasıl bir yer?

Benim esas işim tiyatro. Çok klişe ama sahne üstü kendimi en mutlu hissettiğim yer. Oyun oynamayı çok seviyorum. Herhangi bir oyunu oynamayı çok seviyorum. Umarım sağlığım el verdikçe sahneye çıkmaya devam edebilirim. 

“Tiyatrocu olmasaydınız ne olurdunuz?

Hiç bilmiyorum. Bir şey olurdum muhakkak ama ne olurdum bilmiyorum. Ama muhtemelen edebiyatla ilgili bir şey yapardım akademik biri olurdum diye düşünüyorum. Herhalde üniversitede bir şey hocası olurdum diye düşünürdüm. Yine sahnem olurdu, muhakkak birilerinin beni izleyeceği  şeyler yapardım. 

“EŞ DURUMUNDAN KADIKÖYLÜ OLDUM”

Kadıköy’ün hayatınızdaki yeri nedir? Sanat hayatınıza bir etkisi var mı?

1988 yılında Teşvikiye’de doğdum ve büyüdüm. Ama Avrupa Yakası’nın büyük bir kaos olmasıyla 2019 yılında Moda’ya taşındım. Şimdi de iki senedir Caddebostan’da oturuyorum. Bundan sonra İstanbul’da olduğum sürece Kadıköy’de oturmayı düşünüyorum. Çok sevdim. Eşim Kadıköylü dolayısıyla, eş durumundan Kadıköylü oldum diyebiliriz. 

Kadıköy’de olmak çok güzel, şu anda çok sevdiğim bir kitapçıda konuşuyoruz. Evimden çıkıyorum Kadıköy’de bir tiyatroda oyun oynayacağım, geliyorum oyunumdan önce kahve içiyorum arkadaşlarımla tanıdıklarımla sohbet ediyorum. Sonra gidiyorum oyunumu oynuyorum, akşam çıkıyorum yan tiyatroda başka bir arkadaşım oyun oynamış oluyor. Onunla oturup iki kadeh bir şey içiyorum. Aslında ‘Avrupai’ diyeceğim belli anlamlarda hayal ettiğimiz bir yaşam biçimi var sanatsal olarak. O da en azından belli açılardan kendimi iyi hissettiriyor. 

Burası bir yandan ‘kurtarılmış bir gölge’ aslında. Böyle bir yerin bütün sanat hayatının merkezi haline dönmüş olması, özellikle benim alanımda. Tiyatro hayatının bir noktada merkezi haline gelmiş olması güzel. Konservatuar mezunu olarak ilk tiyatro yapmaya başladığım yer Beyoğlu’ydu. Kadıköy’ün bu hali bir yandan güzel, ama bir yandan da ülke büyüklüğündeki koca bir metropolde sadece bir ilçenin merkez haline gelmiş olması kültürel olarak çöle dönüştüğümüzü gösteriyor. Bence Kadıköy gibi birçok yer daha olmalı. 

 


ARŞİV