Semra ÇELEBİ
Onlar, başka başka heveslerle bizi evlere kapatmaya çalıştıkça hatırlamak lazım: "Yaşam yalnızca sokaklardadır…” Tezer Özlü
Tarih: 1 Mayıs 1977
Yer: Taksim
Görkemli bir işçi bayramı kutlaması sona ermek üzere. Türkiye Yazarlar Sendikası saflarında yürüyen dönemin eli kalem tutan yüzleri, bir kafede toplanmış. İki sevgili dost, Leyla Erbil ve Tezer Özlü de o keyifli grubun arasında.
Bir anda silahlar patlıyor, bir karışıklık ve şaşkınlık, ardından peşpeşe yükselen makineli tüfekler, panzerler, sirenler…
Bugünlerde her yaşanan katliamdan sonra hatırlanan o meşhur sözü işte o gün söylüyor Tezer Özlü: “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi…”
O günkü ruh halini “Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar” kitabında Erbil şöyle anlatıyor: “Toz duman içinde bir savaş alanının ortasında buluyoruz kendimizi; her zaman olduğu gibi güvenlik güçleri (!), ‘çember sakallılar’ ve ‘kurtlar’ın ortak cihadının arasından çil yavrusu gibi dağılıp kurtarıyoruz canımızı. Yanımda Tezer’i görüyorum, koşarak Elmadağ yönüne kaçıyoruz. Ardımızda çığlıklar, arkadaşlarımızın haykırışı: ‘Kızıma rastladın mı? Babamı gördün mü? Annemi görürsen telefon et…’
İşçi sınıfının, solun yükselişinin kırk ölü, yüzlerce yaralıyla durdurulduğu gün. Bizim bulunduğumuz bu alanlardan yükselen seslerle, futbol sahalarından, camilerden ve ekranlardan yükselen sesler hiçbir vakit örtüşemiyor.
O gece sabaha kadar uyanık Tezer. Sabaha kadar kapıları, camları, halıları siliyor, çatal bıçakları ovup parlatıyor. Devletin üzerine sıçrattığı kanı yuğup arıtmak istiyor.
Sabah görüştüğümüzde bir kez daha bu ülkeyi terk edeceğine yemin ediyor. Mücadeleyi sürdürme lafları ediyorum ben, o ise ‘burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu!’ diyerek sürekli yineliyor… Hala da öyle değil mi?”
Bu soruyu, Tezer’in ölümünden dokuz yıl sonra, mektuplarını kitaplaştırdığı 1995 yılında soruyor Leyla… Üzerinden 24 yıl geçtikten sonra da cevap değişmiyor. Ve bu yüzden katliamlar devam ederken Tezer’in bu sözü mıh gibi çakılıp kalıyor zihnimizde…
Ama Tezer’in gidişi asla bir “kaçış” değil, olsa olsa bir başkaldırış… Bunu görebilmek için o kısa ömrüne sığdırdığı kitapları okumak, ölümle yaşam arasında korkmadan salınan sözcüklerini kavramak yeterli. “Gitmek, gitmek gitmek, gitmek…” istiyor, bu topraklardan gitse bile bu isteği değişmiyor. Şehir şehir ülke ülke dolaşıp eteklerinde biriktirdiği ne varsa, gizli saklı demeden, bazen fısıltıyla bazen çığlık çığlığa anlatarak okurun hayatında da yüreklendirici bir iz bırakıyor… Onun yazdıkları bir “varış” değil, yola çıkma öyküsü. Gerisi okurun umuduna kalıyor. Bir kadın yazar olarak, sözcükleri aracılığıyla intiharla hemhal olup yaşam karşısında “yenilmiş” gibi görünse de hayatı ve seçimleriyle Edip Cansever’in dizelerini gerçeğe dönüştürüyor; “Sarılıp gövdesine sımsıkı / Bir kadın kendini doğurabilir isterse…”
Leyla Erbil gibi yanında olamasa da edebiyat dünyasına girmesinde Tezer’in büyük katkısı olduğunu söyleyen Hatice Meryem de, Tezer Özlü’nün Türkçe edebiyatın lirik, nostaljik, gamlı prensesi olarak takdim edilmesine itiraz ediyor. Tezer’in yaşamıyla yazılarının karıştırılarak bir “kült”e dönüştürülmeye çalışıldığını belirten Meryem, Yaşamın Ucuna Yolculuk’taki karakterin gamlı prensesten çok, tüm dayatılanlara itirazı olan güçlü bir kadın karakter olduğuna dikkat çekiyor.
Hatice Meryem’in Adalet Ağaoğlu’nun 1974’te yayımlanan Ölmeye Yatmak romanındaki Aysel karakteriyle Yaşamın Ucuna Yolculuk’taki karakteri karşılaştırması hayli ilginç: “Aysel, 1968 yılının bir gününde bir otel odasında ölmeye yatar. Suçu büyüktür. Yaşça kendinden küçük bir öğrencisiyle ‘ilişki’ yaşamıştır. Cezası ağırdır. Tüm hayatını, ülkenin hayatını, hatta Cumhuriyet’i sorgular. Sözü edilen kadın tasarımının adeta acıklı sonu gibidir manzara.
1984’te Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk’u gelir. Ve onun muhteşem karakteri. Ölmeye yatmayan. İtirazını net ve yaşamsal bir dille anlatan. İsyanını laf kalabalığından çok eyleme döken. Belki de ilktir edebiyatımızda. (…) Bu ana karakter kadar itirazını güçlü bir şekilde dile getiren, bedelini ödeyen, yadsıdığı toplum normlarına gönül indirmektense delilik burcunu göze alan başka bir kadın karakter var mıdır? Toplumsal hayatımızdaki ikiyüzlülüğü altüst eden, merakının tutkusunun peşinde bir yolculuğa çıkan, yaşamı kucaklama isteğiyle dopdolu bir karaktir bu. Hem somut hem soyut olarak çıktığı yolculuktan onu ne annelik, ne hastalıklar döndürür.”
Tezer’in hem yapıtlarıyla hem yaşamıyla başlıbaşına bir “itiraz” olduğu vurgusu, 2 yıl önce kaybettiğimiz şair Sennur Sezer’in cümlelerinde de görülüyor: “Tezer Özlü yaşamak zorunda olduğu çevreyi, ülkeyi, koşulları değiştirmek isteyen bir genç kadındı. Bunu sessizce, kurallara uymayarak ve onları hafif alaysayarak yaptığını hatırlayalım. Ailede erkeğin kuralları koyuşu ve kaç yaşında olursa olsun kadınların çevrelerine yararlı birileri olarak varoluşları; bir okul bitirmek, düzenli bir işte çalışmak, bir aile kurmak ve bu aile çevresinde aşk yaşamak, karşı çıktığı kurallardan bazıları. O yazdıkları ve yaşadıklarıyla aile reisinin erkek olma durumunu, yaşlı kadınların ömürlerinin sonlarını ailenin cefakarı olarak sürdürmeleri gerektiğini, bir gencin saygın bir okul bitirip, saygın bir işte çalışarak yaşaması gerektiğini, cinselliğini toplumun onayladığı ilişkilerle (evlilik gibi) sürdürmesi zorunluluğunu hep yok saydı. Bu yok saymayı yazdıklarıyla haykırmayı seçti: ‘Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun’”
Kapitalizmin insanı, ataerkil toplumun kadını içine sokup yaşamı hiçleştirdiği o kalıbın dışına çıkmak istedi hep. Sennur Sezer’in dediği gibi “O yaşamaya karşı değildi, yaşamı bir kurallar bütünü haline getiren ‘düzene’ karşıydı. Bu düzen ve özellikle de kadının bu düzen içindeki evlilik kurumuna hapsedilmesine karşı itirazını mektuplarında ve yazılarında sıkça dile getirdi. Üç evlilik yapan ve son evliliğinde yaşamayı arzuladığı ilişkiyi bulduğunu mektuplarında sıkça dile getiren Tezer, Leyla’ya şunları yazmadan edememişti: “Bizler belki de kendi kendilerine yaşaması gereken ama belki de toplumumuz buna el vermediği için evlilikler yapan kadınlarız… Paris, New York gibi kentlerde olsaydık, belki başka türlü yaşardık…”
Evlilik, Tezer’in üzerinde en çok düşündüğü konulardan biriydi. Hatta evlilik kurumunu, kocaları, daha çok eşlerini anlatan bir roman yazmak üzere Leyla ile birbirlerine söz vermişlerdi. Leyla, bu sözü Mektup Aşkları ile yerine getirdi ama Tezer, kendininkini yazmaya fırsat bulamadan, Leyla Erbil’in kitabını da göremeden hayata veda etti.
Ölümden, ölmekten, yaşamın varlığını ölümle bütünlemekten o kadar çok bahsetti ki bugün hala pek çok kişi Tezer’in intihar ettiğini düşünür. Oysa Tezer Özlü, bu sürekli bir itiraz olarak yaşadığı hayatı kanser yüzünden/ sayesinde terketti. Yaşamın Ucuna Yolculuk, çok sevdiği yazar Cesare Pevase’nin “intiharını yaşamak için” Torino’ya yapılan yolculuğun hikayesidir. Kitap, Pevase’den yapılan alıntıyla biter: “Ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi?”
Tezer’in en yakın dostu Leyla (Erbil), ölmeden once yazdığı bu kitapla ilgili şunları yazdı sonradan: “Bu kitabı yazarken, kendi hayatının da ucuna, son yolculuğa çıkmakta olduğunun bilincinde miydi, bilemiyorum. Tezer’in intihar etmediğini, yaşama, kızına, dostlarına, eşine ne denli bağlı olduğunu bilmeme karşın, ölmeye hazırlandığını seziyordum…”
Tezer Özlü, hem hayata hem hastalığa dair binbir acılar çektikten sonra 1986 yılında, kırk dört yaşında Zürih’te yaşama veda etti.
Son söz olarak yine onun cümleleriyle veda etmek en doğrusu herhalde:
“Gelişigüzel geçilip gidilecek bir varoluş değil insan varoluşu. Biçimlendirilecek, değiştirilecek, sınırsızlaştırılacak bir HER ŞEY. Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım… Yaşamı GİTMEK olarak algılıyorum.”
Not: Sanat ve Hayat dergisinin Şubat 2016 tarihli sayısında yayımlanan bu yazı güncellenerek tekrar yayınlanmıştır.