Gazeteci yazar, fotoğrafçı ve belgeselci Güneş Karabuda, 23 Ağustos 2018'de yaşamını yitirmeden önce bir hayalini gerçekleştirmiş, 50 yıllık dostu Yaşar Kemal'i fotoğraflarla anlatmıştı. Karabuda, Nisan 2011'de Caddebostan Kültür Merkezi'nde açtığı "Yaşar Kemal" sergisi öncesi gazetemize konuşmuştu. Semra Çelebi'nin Güneş Karabuda ile yaptığı ve bolca Yaşar Kemal'i konuştukları söyleşisini, bu büyük dostluğun anısına, Güneş Karabuda ve Yaşar Kemal'i saygıyla anarak tekrar yayınlıyoruz...
Gazeteci, yazar, fotoğrafçı ve belgeselci yani 10 parmağında 10 marifet bir insan bu haftaki Kadıköy Sohbetleri’nin konuğu. Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi’nde 8 Nisan’da açılan “Al Gözüm Seyreyle- Yaşar Kemal Fotoğrafları Sergisi”nin sahibi Güneş Karabuda, birkaç günlüğüne İstanbul’un ve hatta Kadıköy’ün konuğu oldu. Uzun yıllardır kendisi de belgeselci olan eşi Barbro ile İsveç’te yaşayan Güneş Karabuda ile tanışmak ve Gazete Kadıköy için söyleşmek şansına eriştik. Yaşar Kemal’in 50 yıllık dostu Karabuda’nın neredeyse dünyanın her yerinde tanıklık ettiği olayları kendi ağzından dinledik. Şili’den Vietnam’a, Allende’den Neruda’ya, Brigitte Bardo’dan Sophia Loren’e, çok farklı yerlerde ve çok farklı alanlarda fotoğraflar çekip belgeseller yapan bu ustayla “Yılanı Öldürseler” filminin gösterimi öncesinde çok kısa bir vakit diliminde yaptığımız söyleşiyi keyifle okuyacağınızı umuyoruz.
- Yaşar Kemal’le nasıl tanıştınız? 50 yıllık dostluğun hikâyesi nasıl başlıyor?
Yıl 1956. Bendeniz gayet genç, sakalları yeni çıkmış bir delikanlı. Yaşar Kemal de son derece genç. O sırada Mecidiyeköy Gül Sokağı’nda bir evde oturuyor. Bana dediler ki çok iyi adamdır, sıcaktır, sempatiktir, git gör onu mutlaka. O dönem herkes ondan bahsediyordu. Adana’dan yeni gelmişti ve çok enteresan bir yazar olduğu belliydi.
O zaman hangi kitapları vardı?
Henüz çok yeni bir yazardı, bir iki kitabı vardı. Aynı zamanda Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışıyordu. Diyorum ya henüz çok genç yılları. İnsanların da cesaretlendirmesiyle kalkıp gittim evine. İlk karşılaşmamız o evde oldu. Bir konuşma, bir sohbet derken müthiş bir dostluk başladı aramızda. Son derece sıcak ve enerjik bir insan. Sıcaklığını, o samimiyetini dışarı vuruyor, hemen karşısındakine yansıtıyor. Ben çok enteresan buldum. Bu kadar genç ve tanınan bir yazar, Anadolu’dan kalkmış gelmiş İstanbul’a, açıkçası bu kadar sıcak ve samimi beklemiyordum. İşte o gün bugündür dostluğumuz aynı sıcaklığında devam ediyor. 50 küsur senedir sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok ülkesinde sürdü bu dostluk. Birlikte çok güldük, çok kahkahalar attık.
“ÇUKUROVA’NIN SICAKLIĞI KALBİNE VURMUŞ”
Sizin yaşamınıza etkisi ne oldu Yaşar Kemal’le dostluğunuzun?
Çok büyük etkisi oldu. Bir kere herkes bilir ki Güneş Karabuda, Yaşar Kemal’in dostudur. Bunu İsveç’te bile bilirler. 20 küsur kitabı İsveççeye çevrilmiştir ve O’nu çok iyi tanırlar. Ben de çarşıya pazara gittiğim zaman sorarlar bana; Yaşar Kemal nasıl iyi mi? diye.
Yaşar Kemal’in dünyada çok tanındığını biliyoruz ama sokaktaki insan da tanıyor mu gerçekten?
Tanırlar. Her yerde değil belki ama Paris’te, Stockholm’de, İngiltere’de bilirler. Yaşar Kemal çok bilinen, çok sevilen biri dünyada. Çünkü değişik bir yazar. Öyle güzel şeyler yazmış ki eskilerin ‘gayrı tabii’ dedikleri suni hiçbir anlatım yok. Her şey kalpten, içten geliyor. Çok sade bir iç dünyası olan bir adam.
Serginin kitabının önsözünde söylediğiniz bir söz var; “Dünyanın neresine giderse gitsin Yaşar Kemal, Çukurovası’nı her zaman yaşatıyor” diyorsunuz. Belki de halkın ya da halkların onu bu kadar sevmesinde bunun rolü var…
Kesinlikle öyle. Her zaman Çukurova yanındadır nereye giderse gitsin. Çukurova’nın sıcaklığı kalbine vurmuş. Görünmez bir Çukurova’yla birlikte dolaşır.
Siz onunla birlikte Çukurova’ya da hatta doğduğu köy Hemite’ye de gittiniz. Belgeselini yaptınız. Neler yaşandı orada?
Çok güzeldi. Bizi bir yönetmen gibi hep o yönlendirdi. Çukurova’ya gittiğimizde yüzlerce insan belki de bini aşkın kişi karşıladı ve inanır mısınız Yaşar ağabey hepsinin ismini biliyordu. Hani insan köylüsünü bilir de 50 kişinin 100 kişinin bilir. Ama Yaşar Kemal bizi karşılayan yüzlerce insanla tokalaştı ve hepsine de ismiyle hitap etti. Bu müthiş bir şeydir. Sordum “Gerçekten hepsinin adını biliyor musun?” diye. “Bilmek lazım tabi. Onlar benim hemşerilerim” dedi (Gülüyor).
“CEZAYİR’DE ÇUKUROVA’YI KURDUK”
Ne zaman çektiniz bu belgeseli?
1975’te çektik. Birlikte arabaya binip gittik. Çok güzel bir deneyimdi. Bugün gösterilecek film Yılanı Öldürseler de yine kendi köyünde Hemite’de geçiyor. Ben o filmde görüntü yönetmeni olarak çalıştım. Başka filmlerinde de çalıştım. Mesela “Bebek” diye bir filmi vardır. Politik olarak çok karışıktı o zaman burası. Burada çekilemezdi o film. Biz de kalktık Cezayir’e gittik, orada bir Çukurova kurduk. Buradan oyuncular götürdük; Aliye Rona, Tuncel Kurtiz gibi… Sonra film Avrupa’da da Türkiye’de de oynadı.
Sizin yaşamınız da çok ilginç gerçekten. Yaşar Kemal sizin için “Güneş dünyanın her yerindedir” diyor. Belgeseller yapmaya nasıl başladınız?
Bu benim mesleğim. Önce fotoğraf çekerek başladım, sonra belgeseller hazırladım. Dünyanın birçok ülkesinde yaşanan acılara, mücadelelere tanıklık ettim. Yaptığım belgesellerin sayısı 100’ü bulur. İsveç televizyonu için çalıştım. Yaşar Kemal gibi başka portre belgeselleri de yaptım. Bunlar arasında ünlü şair Pablo Neruda ve Şili'nin öldürülen sosyalist başkanı Salvador Allende de var.
Allende nasıl bir insandı?
Halka hitap etme gücü müthişti. Hiç unutmuyorum bir milyon insan toplandı Buenos Aires’in bir meydanında. O insanlara öyle heyecanlı konuştu ki o kadar insandan çıt çıkmadı. O adamı da öldürdüler çünkü fazla geldi.
“VİETNAM SAVAŞINA TANIKLIK ETTİM”
Dünyanın en çalkantılı bölgelerine gittiniz, toplumsal olayları belgelediniz. Bu tercih neden?
Ben son derece meraklı bir insanım. Bilmek istiyorum, öğrenmek istiyorum, arkada, arka planda ne var görmek istiyorum. Niçin savaş açıldı? Bunun gerçek nedenini anlamak ve insanlara anlatmak çok önemli. Mesela ben Vietnam Savaşı’nda bulundum. Korkunç bir savaştı. Dünyanın en güçlü ülkesi en zayıf ülkesine saldırdı. Onbinlerce insan öldü ve en sonunda Amerikalılar tası tarağı toplayıp kaçtılar oradan. Bu çok enteresan bir durum mesela. Biz bu enteresanlığa şahit olduk ve bu savaşın filmini çektik. Sonra Endonezya’da büyük bir katliam oldu, 1 milyona yakın insan öldürüldü. Biz yine oradaydık. Şili başta olmak üzere Latin Amerika’nın her ülkesinde bulunduk. Şili’de üç yıl yaşadık. Arjantin’deki askeri darbeye tanıklık ettik.
Türkiye'nin de gündemi her dönem çalkantılı. Geçmişte de şimdi de politik-toplumsal olaylar hep ön planda. Bunların belgeselini de yapmayı düşündünüz mü hiç?
Tabii ki. Biz hep politikanın içindeydik. Hala da yapmayı düşünürüm. Bizim işimiz gazetecilik veya televizyon haberciliği; bu, hakikatleri ortaya çıkarmak, anlatmak demek. Bunu yaptık bütün ömür boyunca, gene de yaparız!
YAŞAR KEMAL: “KİM GELİR O SERGİYE?”
Peki, Yaşar Kemal’in fotoğraflarından oluşan bu sergiyi açma fikri nasıl oluştu?
İlk bu fikir aklıma geldiğinde O’na sordum. “Ağabey, böyle bir sergi yapalım” dedim. O da “Yok be, ne yapacaklar benim fotoğraflarımı, kim gelir o sergiye!” diye karşılık verdi. Ben ısrar edince “yap o zaman” dedi sonra da sergi açılınca çok hoşuna gitti. Tek tek inceledi fotoğrafları.
İlk olarak geçen yıl Avrupa yakasında Yapı Kredi Sergi Salonu’nda açmıştınız, şimdi Kadıköy’de. Nasıl tepkiler?
Çok güzel tepkiler alıyoruz. Çok mutluyum. Bundan daha mutlu olamaz bir insan. Yaptığım işin karşılığını alıyorum. Zaten ilk olarak Avrupa’da açıldı sergi. İstanbul’dan önce Paris ve Stockholm’de de insanlarla buluştu.
Siz de yıllardır İsveç’te yaşıyorsunuz. Türkiye’ye özlem var mı?
Hem de nasıl! Simidinden tutun rakısına kadar her şeyini ama en çok da insanını özlüyorum. Sık sık gelmeye çalışıyoruz. Neyse ki çok uzak değil İsveç, sadece 3 saat. Orası da çok güzel bir ülke, hiç şikâyetçi değilim. Kimse kavga etmez, kimse küfür etmez. Politikacılar da küfür nedir bilmezler (gülüyor).
Sergi dışında ne gibi projeler var?
Planlanan çok şey var. Kesin bir şey yok ama elimde çok konu var. Bütün bu çekilen fotoğraflar, filmler evde sandık sandık birikmiş durumda. Elimi bir atıyorum, bir fotoğraf geliyor, bakıyorum, bunu ben mi çekmişim diyorum. Çekeli 40 sene olmuş mesela! Şimdi bunları değerlendirmek lazım. Çok enteresan filmler, fotoğraflar var. 1950’lerin sonunda Cannes Film Festivali’ne giderdik. Şimdi fotoğraflara bakınca kimler yokmuş ki festivalde. Sophia Loren’ler, Brigitte Bardot’lar… En genç ve güzel halleri.
Müthiş bir arşiv var sizde o zaman?
Evet öyle. Şimdinin yaşlı ninesi BB’nin o zamanki hallerini görseniz, müthiş!
Sergilemeyi düşünüyor musunuz bunları da?
Öyle bir fikir var aklımda, evet. Belgesel de yapmaya devam ediyorum ama tabi eskisi kadar değil. Eskiden senede 4 film çekerdim şimdi bir tane yapsak yeter.
Fotoğraflar: Gürbüz ENGİN