Celal Kadri Kınoğlu tiyatro izleyicisinin yakından tanıdığı, televizyon izleyicisinin ise “bir göründü bir kayboldu” dediği isimlerden biri. Sadece oyuncu ya da yönetmek olarak değil entelektüel birikimini yansıttığı sosyal medya kanallarında yaptığı programlar ve sohbetleriyle, caz trio’sunda saksafon performansıyla sanatın pek çok alanına ilgi duyan ve üreten bir isim. Son olarak kızına armağan için “Armağan” isimli bir roman çıktı. İthaki Yayınları etiketiyle çıkan roman hayatını kitaplar arasında geçirmiş yalnız bir adamın, unutmak ve unutulmak ihtimaline karşı duruşunun öyküsünü anlatıyor.
Uzun yıllardır Kadıköy’ü mesken tutan Celal Kadri Kınoğlu ile Suadiye Remzi Kitabevi’nde buluşup tiyatroya, romanı Armağan’a ve Kadıköy’e dair konuştuk.
Tiyatroyu çocukluğumdan beri çok istedim. Ancak birinci üniversitenin İTÜ Makine Mühendisliğinin son yılında konservatuara başlayarak elde edebildim. Çok geç ama çok mutlu bir kavuşma oldu. Ben de 21 yaşından sonra çok mutlu bir insana dönüştüm. İTÜ Makine geçmişte kaldı Yıldız Kenter ile hayatım değişti. İnsan, ruhuna ve bünyesine uygun yaşadığında mutlu oluyor.
Bu tam da mutluluk tanımı. İnsana bu iznin verilmesi, insanın kendine bu izni vermesi gerekiyor. Kiminin cesaret göstermesi, kiminin hırslarıyla devam etmesi, kiminin devrim yapması kolay olmayabilir. Her ailede, her hikâyede bu değişir ama bir çocuk bunu başarabilmeli. O zaman kendi ruhuna, yeteneklerine uygun bir hayatın içinde demektir. Kültürü, birikimi, görgüsüyle bunun içini doldurabiliyorsa onu tanıyan insanlar da mutlu olur, insanlara ilham veren birine dönüşebilir.
38 yıl.
Daha çok güçlendi. Sevgim çok arttı. Onun kutsallığına, anlamına derinden büyük bir saygıyla vakıf oldum. Yani oralardan dönülmez. Hiçbir sanatçı ben artık sanat yapmayacağım ben ekonomi yapacağım demez ama ekonomiden gelen olabilir.
“TİYATRO OH DEDİRTİYOR”
Çünkü çok zevkli. Bizim mesleğimiz hayattan güzel. İnsanlar bunu anlıyor. İnsanlar hayatta az tepki veriyor, hayallerini az seslendiriyor. Biz yaşayamadığımız hayattan intikam alıyoruz. Bir gece bir kızı öpüyorum, öbür gece bir herifi öldürüyorum, beni kovalıyorlar. Bütün bu macera bana oh dedirtiyor, yaşadığıma değdi. Bunu boşalttığım için mutlu mesut evime gidip uyuyorum.
Çok yorucu, canımız çıkıyor. 38 sene 45 tane oyun. Her gece üç saat sahnede patlıyoruz. Haftada altı kilo veriyoruz ama zevkten de geberiyoruz.
İyi oyuncu okuduğu şeye can veren, söylediği kelimeye hayatını koyabilen, oynadığı ana inanabilen demek. Rol yapmadan, -mış gibi yapmadan, bütün ruhuyla orada olabilen, kalbi oynadığı oyunun konusuyla orada olabilen demek.
Dizileri sevmiyorum. Parayı kazandım kayboldum (Gülüyor). Estetik olarak çok sevmiyorum. Çok saçma şeyler var. Tiyatroda seviyeli başka bir mutluluk yaşıyoruz. Beethoven ile Serdar Ortaç gibi bir şey.
Pandemide iyice canavarlaştım, çok çalışkan bir hale dönüştüm. Caz etütlerini artırdım, saksafonda yeni bir repertuar yaptım. 100 tane parça çalıştım. Bir yandan romanı yazdım. Bir sürü kitap okudum. Yani beni kapatamazlar. Kapandığında da bir şeyler yapanlardanım. Ben seyirci değil de yapan taraftayım, duramıyorum. Oturup yedi sezon dizi seyredemem. Yedi kitap okurum, bir deftere bir şeyler yazarım, müzik yaparım.
“BİRKAÇ FOTOĞRAF BANA YETMEZDİ”
Ölüm korkusu, yok olacağım, unutulacağım korkusu. Kızıma kalacak olan birkaç fotoğraf, gülümseyen, şakalar yapan bir baba hayali bana yetmezdi. Benden sonra kızım beni görmek, duymak istediğinde bu kitabın içinden ona konuşabileceğimi fark ettim.
Evet. Biraz otobiyografik taraf var. Sözde ben mühendis olmuşum. Oyuncu olmamışım, mutsuz da olmuşum. Ama gene bir entelektüel yaşam var. Tablolar, avizeler, binlerce kitap, eski bir aileden gelen bir adamın ihtişamı. Hüzünlü bir yalnızlıkta kaybolacağım korkusuyla bir asistan buluyor, karşısına canavar gibi bir kız çıkıyor. O kız adamın yaşamında kapalı pencereleri açan bir etki gibi armağan. Bütün sanatçılar, filozoflar dünyaya armağan.
Tabii. Benim kızım bu binlerce kitabı okumaz, beni de unutur, hüzünlü bir şekilde son perde kapanır değil; ‘yavrum, bütün bu kitapları ilerde okumayabilirsin, çok değişik yeni bir hayat yaşayacaksın ama bil ki senin sevgili baban da böyle bir şeydi’ gibi bir rica.
Beni tanıyanların “tam da Celal” diyecekleri, sevecekleri, tatlı, rahat, entelektüel yoğunluğu ile sıkmayan, şakayla karışık, çok ağır lafların da edilebildiği bir akış buldum.
Galiba çok beğeniliyor. Çok hoş şeyler duyuyorum. İnsanlarla da konuşuyorum. “Şunu nasıl buldun?” “Sence eksik parça var mı?” diye soruyorum. İnsanımız bir şeyi sevince çok sorgulamıyor. Sevmediği şey hakkında daha çok konuşabiliyor. Sevdim deyince seviyor. Sevdiler.
“SANAT SİYASETTEN ÇOK ÜSTÜN BİR ŞEYDİR”
Müdahale etmeye bayılıyorlar ama ellerinden de gelmiyor çünkü bilmiyorlar. Opera, bale, tiyatro bilmedikleri bir alan. Belli şifrelerle, belli korkular, belli sansür refleksleri, belli şikâyetlerle hareket ediyorlar. Ama bizim üstümüzde bilinçli iktidar kurmaları mümkün değil, onlar bir bilince sahip değil. Burası bizim dünyamız ama bizden korkanlar, bizdeki çekingenler, bizdeki kariyer hırsı yapmak isteyen, onların dünyalarıyla ilişki içine girebilen bazı arkadaşlarımız onlar sansür yapmadan otosansür yapmaya kalkıyor. Aşırı korku durumu, aşırı söylentiye, aşırı söylenti de şüyuu vukuundan beter gibi bir iklim yaratabiliyor. Özellikle gerici- faşist iklim sıkışır, sanki gerçekmiş gibi olur ama hiçbir zaman bizim dünyamızda gerçek olamaz. Onlar bize konuşamazlar. Yani bir bakan bir sanat yönetmeninin çok altında bir şeydir. Onlar üstünde zannedebilirler, bakan üstünde olmadığını bilir bizim aptal sanat yönetmeni onu üstünde zannetmemeli. Sanat, siyasetten çok üstün bir şeydir.
İyi bir oyun insanların kalplerinde daha mutlu, daha heyecanlı, daha iyi, daha cesaretle dolu, daha özgür, “ben yapabilirim” duygusu veren bir tür şehvet yaratır. İnsana hafiflik ve tatlı bir kafa çalışma durumu getirir. Çünkü bir buçuk saat çok iyi bir yazarın zihninden bir dünya seyreder. Kendi kafası stop eder, bir buçuk saat Çehov, Melih Cevdet Anday üzerinden dünyayı görür. Bu da o seyirciye bir düzey katar.
Çok geniş bir yeri var. Benim hayatım romanlar, felsefe ve müzik. Zevk almak için de kuduruyorum, tiyatro yapıyorum. Plaklar dinlenilen bir evde büyüdüm. Dedemden bana bir sürü plak, makara bant kaldı. Ev o anlamda bir müze ev. Çok fazla müzik dinledim ve dinliyorum. Bir şeyi bu kadar çok seviyorsanız, yapmaya da kalkıyorsunuz. 20 yıldır da saksafon çalıyorum.
“BURASI ÇOK GÜZEL”
O kadar farklı katmanları var ki; bir nostalji var, çınar ağaçları hâlâ yerli yerinde ama onların dışındaki her şey her an değişiyor. Sokağa çıktığımda bakıyorum o kafe yıkılmış başka kafe olmuş, yepyeni kızlar, oğlanlar, başka şarkılar, başka hayaller… Ben de söylenerek 4 numaralı otobüsteki huysuz teyzelere benzemek istemiyorum.
Sosyolojik bir şey vardır; hayat devam eder ve yeni insanlar gelir, dünya akar gider. Durmadan mutsuz mutsuz söylenmekle insan haklılığındaki zarafeti kaybediyor.
Burayı çok fazla insan sevdi ve geldi. Haklılar burası çok güzel. Her gelen kendi şarkısıyla geliyor. Biz de bir önceki trendeki bir vagondaki adamlar gibi şarkımızı söyleyip geçerek gidiyoruz.